Cumartesi, Haziran 23, 2007

Davul



Fenerbahçeliydi. Her hafta beni olaya değil maça yazsınlar diye dua ederdi. Bazen Fenerbahçe maçlarında görev sırası ona gelirdi. Her zaman çıkan ek görevlerle yıllardır hiç olmayan hafta sonlarının en güzeli o günler olurdu.

Hele bu sene Fenerbahçe yıllar sonra şampiyonluğa gidiyordu ki keşke her hafta Fenerbahçe maç görevi çıksaydı. Yine o hafta Fenerbahçe maçına görev yazmışlardı. Sabahtan göreve başlamak için stadın önüne gitti. Daha stada girişte taraftar yoğunluğu başlamamıştı. Kapıda maça erken gelen birkaç taraftara üst araması yapan arkadaşlarıyla selâmlaştı. Toplandılar. Emrine girdiği Emniyet Amirinin komutuyla yürümeye başladılar. Merdivenlerden çıkarken damarlarındaki kanın sıcaklığını hissetti. Birazdan Şükrü Saracoğlu’ nun çimlerini görecekti.

O kadar çok görev çıkıyordu ki görev olmasa Fenerbahçe’sini seyredemeyeceğini biliyordu. Birden yanındaki arkadaşına döndü. “Lisedeyken biz Fenerbahçe maçına girmek için sabahlardık” dedi.

Arkadaşı gülerek “ Kafayı mı yediniz oğlum? Tatil günü maça mı gidilir? Hani bana milyar verseler tatil günü maça gitmezdim. Bugünde gitmem ya... Görev yazıyorlar. Geliyoruz işte...”

Başına önüne eğdi sustu. Biliyordu ki bir çok arkadaşı hafta sonu tatillerini engellediği için, o günlerde aileleriyle birlikte olamadıkları maç görevlerinden nefret ediyorlardı. Maraton tribününde amirinin kendisine gösterdiği yere oturdu. Görevleri gereği kavga, taşkınlık yapan taraftarı engellemek olduğundan etraflarında oturanları tribünlerde Fenerbahçelileri seyrediyorlardı.

Maç başladı. Fenerbahçe salkım saçak dökülüyordu. Yenilen arka arkaya gollerle şampiyonluk hayal olmaya başlamıştı. Zaten ezeli rakipleri Galatasaray ile aralarında puan farkı vardı. Şimdi bu fark açılacak ezeli rakipleri bir kez daha şampiyon olacaktı. Bunu düşününce iyice canı sıkıldı. Maç üç sıfır olmuştu. Fenerbahçe mağluptu.

Yanında ki arkadaşı “Fener’ i darmadağın ettiler be. Tarihi fark olur bu maç...” dedi.

Aklına işyerinde ki Galatasaray’ lı arkadaşları geldi. Ne yapacağını bilemedi. Koyuyordu. Üç sıfır mağlup olan takıma sinirlenmeli miydi? Yoksa bu sonucu alan futbolculara ağız dolusu küfür mü etmeliydi? Cep telefonu Fenerbahçe Marşıyla çağrı geldiğini haber veriyordu ve sürekli çalıyordu. Önünde davul çalan bir delikanlı telefonda çalan marş dolayısıyla onların olduğu yere baktı. Arayan numara Galatasaraylı bir arkadaşıydı. Açmadı. Açılmayan telefonun çalması kesildi. Sonra mesaj geldi uyarıları gelmeye başladı. Kızgınlıkla telefonunu kapadı.

İlk yarı bittiğinde sigarasından derin bir nefes çekerek olduğu yere çöktü. Birazdan taraftar arasında yenilgiyi sindiremeyenler veya kendisi gibi sinirlenenler arasında yok yere tartışmalar başlayacaktı. Belki kavgaya dönecekti. Aklından geçen düşünceler bir anda tribünlerde olmaması gereken bir durumla kesildi. Bütün taraftar ayağa kalkmış ve “Bizler İnandık, Sizde İnanın...” diye bağırmaya takımı tribünlere çağırmaya başlamışlardı. Üç sıfırlık bir ilk yarı sonunda taraftarın kendilerini ıslıklayacağını düşünen futbolcular tam bir şaşkınlık içerisindeydiler.



İkinci yarı başlamak üzereyken aynı tezahürat devam ediyordu. Fenerbahçe taraftarının Fenerbahçe sevdası Fenerbahçeli Futbolcuların üstünde ete kemiğe bürünmüştü. Fenerbahçe’nin golleri arka arkaya geliyordu. Bir, iki, üç... Stadyum da ki herkes şimdi daha çok inanıyordu. Fenerbahçe taraftarının Fenerbahçe sevdası bu maçı alacaktı. Üstelik Fenerbahçe’nin daha önce de bu şekilde maçlarının olması bu inanışı körüklüyordu. Neden bir daha olmasındı?
Birden görevini, ne için orada bulunduğunu unuttu. Artık gösterilen yerde oturmuyordu. Yerinde duramıyordu. O yüreğindeki Fenerbahçe sevdası her Fenerbahçeli gibi onu da sarıp sarmalamış stadyum da bulunan binlerle oluşan o tek ruha, o tek duyguya sahada oynayan Fenerbahçe’ye dönüştürmüştü. Her şeyi unutmuş ayakta bazen nefes almayı bile unutarak gözlerini sahadan ayıramıyordu.

Rapaic’i ceza sahasına girerken gördü. Bütün Fenerbahçelilerin dilediği gibi içinde binlerce dilek dolandı durdu. Tuttu nefesini bekledi bekledi ve “GOOOOOOOL!...”
İçinde biriktirdiği duygu seli patlayıverdi. İlk önce yanındakilere sarıldı. Kucaklaştıkları onu, o kucaklaştıklarını öptü. Sonra birden yerinden fırlayıp tribün demirlerinin önünde duran çocuğun elindeki davulu kapıverdi. Çocuk daha ne olduğunu anlayamadan o başladı çalmaya...

Öylesine kendinden geçmişti. Galibiyetin sevinciyle, inancın zaferiyle, Fenerbahçe olmanın gururuyla vuruyordu davula... Aslında bir haykırıştı bu... Fenerbahçe’ydi bu be... Bütün camialardan farklıydılar.
O kadar farklıydılar ki üç sene sonra gelen şampiyonlukta “ Herkes Rütbesini Bilecek” demek yerine, aldıkları tüm yıldızları bir kalemde “Şehit Analarına Tüm Yıldızlar Feda Olsun ” diye silebilecek kadar... Farklıydılar.

Başarı ve zeka


Bir şirketin ürün maliyetlerinin azaltılması ve konfigürasyon (yapılandırma) yönetimini kapsayan bir modül üzerinde daha geniş ve büyük bir projenin alt grubu olarak çalışacaktık. Proje alt grupları çeşitli gruplardan kendi konularında uzmanlardan oluşuyordu. İzinden yeni dönmüştüm ve izin dönüşü kucağıma bir şey vereceklerini biliyordum zaten...

Sistemin ulaşmak istediği hedef ve istenen modül ile ilgili tanıtımdan sonra tanışma yemeğine geçildi.

Yemeğin konusu tanışmaydı ya herkes birbirini alıcı gözüyle tartıyordu. Kafalarda kişiler yerli yerline oturtulmaya çalışılıyordu. Kolay değil en az altı ay belki de bir iki yıl birlikte çalışılacaktık. Modül çıkana kadar gece yok, gündüz yok... Neyse proje yöneticimiz hemen lafa daldı.

- Hoş geldiniz. Ben üstünde çalışacağınız modülün Ana Proje Yöneticilerinden Sami... Dedi ve grup lideriniz diyerek beni tanıttı sonra sırayla diğerlerini... Bu arada kısa öz geçmişlerimizi de uzmanlık alanlarımızı da söylüyordu. Belli ki şirketlerimizin yolladığı özgeçmişlerimizi ezberlemişti. Sami Bey bizler hakkında bayağı iyi çalışmış ve işini iyi yapmıştı. Kısacası etkilenmemek elde değildi... Buyurun oturalım... Masaya oturduk..

Salatanın üstündeki kırmızıturp yanındaki limonu göstererek ne güzel duruyor değil mi demez mi? İçimden bittin oğlum sen diye geçirdim... Yoksa şirket CV mizde ilgi alanı “Futbol” yazmıştı da Sami Bey yemleme mi yapıyordu diye düşündüm... İzin dönüşü kucağıma bırakılan işe mi yanayım? Salatadaki sarı kırmızıya bile hayran olan Galatasaraylı proje yöneticime mi? diye geçirirken... Cemil’e hanım atlamaz mı?

- Trafik ışıklarındaki sarı kırmızıdan nefret eden biri olarak Sami Bey bence salatada hiç ama hiç hoş durmuyor. Hadi muhabbet başladı. Bende daha grup çalışması bile başlamadan grup üyesini Cemil’e Hanımı, Sami Bey’e ezdirmemek korumak için savunmaya geçtim. Yoksa Fenerbahçeli olduğum için değil yani sırf personelimi korumak için...

Ben lafa katılınca arkasından masanın diğer fertleri katılmaz mı bu ezeli rekabet sohbetine... Meğersem diğer grup personelimde Fenerbahçeli... Sami Bey bunaldı felaket terliyor. Konuyu değiştirmek istedikçe bir punduna getirip konuyu gene Fenerbahçe’ye getiriyoruz. Bazen konuşmalarımız haddini bile aşıyor zeki bir insan hala nasıl Galatasaray’ı tutabilir anlamıyoruz diyorduk yani taraftar diline çevirirsek yöneticimize akıllı ol Fenerli ol aptal mısın demeye getiriyorduk...

Malum bizim gibiler için Fenerbahçe bir takım değil bir yaşam biçimiydi... Kısacası bizim gibiler için hangi konuya girerseniz girin mutlaka sonu Fenerbahçe’ye çıkıyordu. Sadece Sami Beyin yanında oturan Tamer Bey susuyor hiçbir şey söylemiyordu. Olsun çalışma grubumu çok sevmiştim ben... Dört üyesi Fenerbahçeliydi. Canım bir kişide olmayı verirdi... Sami Bey destek bulmak için bu sefer ona dondu...

- Tamer Bey siz herhalde arkadaşlar gibi Fenerbahçeli değilsiniz.

Tamer Bey hafif tebessümle;

- Galatasaray maçlarını seyretmek bana daha çok zevk veriyor… Dedi.

Proje yöneticimiz bu cevabı bekliyormuş gibi hemen atladı.

-İyi ki siz varsınız bende Fenerbahçeliler arasında az daha boğulacaktım.

Tamer Bey yine aynı tebessüm ve sakinlikte cevap verdi.

- Evet, Galatasaray maçlarını seyretmek ve onun yenildiğini görmek bana daha büyük zevk veriyor. Fenerbahçe maçlarından istediğim zevki ve tadı alamıyorum. Fenerbahçe’nin maç kazanması onun görevi gayet normal bir şey asıl Fenerbahçe berabere kalırsa veya yenilirse doğal olmayan bir şey olur...

Masa da ben dâhil kimse bir an ne diyeceğini bilemiyordu. Ömrümde Galatasaray’dan nefret eden çok adam görmüştüm, tanımıştım ama ilk defa böylesini görüyordum. Tamer Bey devam ediyordu.

- Mesela bu altı sıfır Fenerbahçe için aslında büyütülecek bir olay değil ama Galatasaraylılar bunu çok büyütüyorlar. Hatta beyinlerinin içine kazınmış durumda ister iseniz deneyelim. Lütfen... Diye proje yöneticisine aşırı derecede ısrar ediyordu... Proje yöneticisi nezaketen uymak zorunda kaldı.

- Lütfen sağ ayağınızla saat yönü istikametinde daire çizerek sıfır yapmaya çalışın, Proje yöneticisi sağ ayağını daire çizerek sıfır yapıyordu.

- Şimdi sağ elinizle altı yapın... Proje yöneticisi sağ eliyle havada altı rakamını yazmaya çalıştı.

- Şimdi ayağınıza bakın... İşte böyle... Altı her Galatasaraylının beynine kazınmıştır ama Fenerbahçeli için önemli değildir. Başarmak Fenerbahçelinin ruhunda vardır. Fırsatı bulmuşken puan kapmadan olur mu hemen ben de lafı yapıştırdım.

- Yani bizim proje grubumuzdan gözü kapalı emin olabilirsiniz bu kadar Fenerbahçeli bu işi mutlaka başaracaktır.

Sami Bey bunun üzerine,

- Bende öyle umuyorum. Bu arada Tamer bey’e dönerek güzel espriydi Tamer Bey... Dedi ve kalktı. Çok ama çok bozulmuştu.

Proje safhasında çalışırken de bizden sorumlu proje yöneticimiz Sami Bey saka yolluda olsa Fenerbahçe üzerine tacizkar birçok olumsuz yaklaşımlar sergiledi. Ne yazık ki Fenerbahçe’de en kötü sezonu yaşıyor rekorlar kırıyordu. Yine de sigara dumanına boğulmuş bir halde darmadağın çalışırken içimizden biri ya “Sarııııı” diye bağırdığında diğerleri ona “Laciveeeert” diye katılıyor gülümsüyorduk ya da en bunaldığımız anlarda winamp programlarımızdan Fenerbahçe marşları yükseliyordu.

Fakat biz ana projede ki diğer modüller içinde en uzun sürmesi tahmin edilen modülümüzü yedi ay gibi kısa bir sürede bitirdik ve teslim ettik. Üstelik ilk teslim edilen modül olmuştu. Bu diğer modüllerdeki çalışma gruplarının ana projenin tamamlanabilmesi için daha çok çalışmasına neden oldu...

Modülün iş teslimi şirkete yapılınca personel müdürlüğünde ki benim ve proje grubunun arkadaşlarımın özgeçmişlerine son çıkardığımız iş eklensin diye gittiğimde ( malumunuz bu tür proje hizmetleri üreten şirketlerde kariyeriniz genelde ürettiğiniz işle ya da çalıştığınız şirketteki makamınızdan bir üst makam olacak şekilde diğer bir şirkete geçerek artar) kendiminkine baktım. İlgi alanı Fenerbahçe Spor Kulübü yazıyordu. Sonra Cemile Hanım’a, Serkan Bey’e, Tamer Bey’e, Dündar Bey’e ve Gül Hanım’a... Hepsinde Fenerbahçe Spor Kulübü yazıyordu.

Personel kısmında ki bizim özlük işlemlerimizden sorumlu arkadaşa şaka yollu “Sami Bey ilgi alanlarımıza futbol yerine açıkça Fenerbahçe diye eklediği çok iyi olmuş” diye takıldım. Sorumlu arkadaş "O notu o eklemedi ki o zaten sizin şirketlerinizden gelen özgeçmişlerinizde vardı." demez mi?

Neyse kendi işyerime dönmüştüm ve hemen izine ayrıldım. İzin dönüşü masamda bir hediye paketiyle karşılaştım. Paketin içinden yeni sarı lacivert çubuklu bir forma çıkmaz mı? Üstünde de Sami Bey’in iliştirdiği not “ Başaracağınızı biliyordum. Hepinize teşekkür ederim.”

Sami Bey diğer grup arkadaşlarıma da bu formadan göndermiş. Galatasaraylı Sami Beyin bu jesti bizi gerçekten hem şaşırtmış, hem sevindirmiş, hem de duygulandırmıştı. Kendisini teşekkür etmek için aradığımda daha da çok şaşırdım. Çünkü Sami Bey’de Fenerbahçeliymiş. Proje yönetimini oluşturdukları zaman hepsinin en büyük korkusu bizim modülmüş. Sami Bey ben bunu diğer modüllerden daha kısa sürede bitiririm demiş. Hatta bir arkadaşıyla iddiaya bile girmiş ve proje grubunu bizzat kendisi oluşturmuş. Konuyla ilgili danışman şirketlerden bütün uzman personelin özgeçmişlerini istemiş ve gruba alınacak üyeler için istenen en büyük referans ise konusunda uzman ve Fenerbahçeli olmasıymış. Çalışma esnasında tacizkar gibi davranmasının nedeni de bizi hırslandırmakmış...

O kadar çok şaşırmıştım ki aklıma geldikçe hala tebessüm ederim. Ya Fenerbahçe o kadar kotu bir sezon geçirmesiydi acaba biz bu modülü kaç ayda bitirirdik... Diğer yandan tanışma yemeğinde Sami Bey’e “zeki bir insan hala nasıl Galatasaray’ı tutabilir anlamıyoruz” deyişlerimiz ile kendimize ve düştüğümüz tezgâha da gülerim...

İmtihan



Hafif çekingen ürkek adımlarla odaya girdi. Küçük pencerenin önünde ki masada oturan üç kişi içeri girene dikkatlice bakıyordu. Zaten loş olan küçük oda tek ışık kaynağı olan pencerenin önünde oturanlarla kapanmış daha da kasvetli bir havaya bürünmüştü.

Ortada oturan adam “Buyurun” diyerek masanın önündeki sandalyeyi gösterdi. Aynı ürkeklik ve çekingenlikle sandalyenin ucuna ilişti. Sonra klasik sorular başladı,

- Adınız?

- Soyadınız?

- Ne zaman mezun oldunuz?

- ...

Aslında bütün soruların cevabı önlerinde duran tomar tomar dolu kağıtlarda yazıyordu ama soruyorlardı işte... Özellikle ortada duran hoca otoriter bir ses tonuyla ezmek istercesine soruyordu.

Bilim imtihanından çok iyi not almıştı. Sadece Osmanlıca sorusunda biraz düşük gelmişti notu ve müracaat edenlerin içinde üçüncüydü. Toplam beş kişi kabul edilecekti. Eğer bu mülakatı geçemezse onun yerine bir yedek adayın alınması söz konusu olacaktı.

Sakin olmaya çalışıyor verebileceği en iyi cevapları kafasında bir hızda geçirmeye çalışıyor ve öyle yanıtlıyordu. Çünkü bu adına mülakat dedikleri imtihanda yanlış yapınca artık değiştirme düzeltme veya silme imkânı yoktu. Müracaat ederken imtihana giren diğer aday öğrencilerden bütün imtihanları geçse bile özellikle mülakatta hocaların kendi mezun öğrencilerini tercih ettiklerini işitmişti.

Soldaki hoca başını eğdiği önündeki kâğıtlardan kaldırdı. Göz göze geldiler.

- Tarih bölümü mezunu değilsiniz? Neden lisansüstü eğitim olarak tarihi tercih ettiniz?

Eyvah galiba korktuğu başına geliyordu. Bu nazik bicimde sorulmuş sorunun öz Türkçesi “ Zaten tarih okumamışsın ne diye tarih üzerine lisansüstü eğitim yapmak istiyorsun da bizi yoruyorsun?”

Tane tane cevapladı soruyu;

- Kişisel olarak tarihe ilgim çok fazla efendim. Öğrencilik yıllarımda ki şartlar benim tarih okumamı engelledi fakat ben bugün fırsatım varken çok sevdiğim tarih konusunda akademik kariyer yapmak istedim. Açılan eğitim programına da sırf bu yüzden müracaat ettim.

Verdiği cevap kendisini de tatmin etmemişti ama yapacak bir şeyde yoktu. Bu sefer sağda ki hoca sordu.

- Osmanlıca tercüme sorusunu parça parça tercüme edebilmişsiniz? Osmanlıca bilginiz iyi seviyede değil...

Eyvah korktuğu başına geliyordu. İşte tarih bilim sınavından en iyi üçüncü nota sahip olsa da yetersiz bulanacaktı. Artık battı balık yan giderdi.

- Osmanlıca eğitimi almadım efendim diye cevapladı. Sağda oturan hoca artık beklediği son darbe soruyu sordu...

- Hiç mi Osmanlıca görmediniz?

- Evet efendim hiç ama hiç Osmanlıca görmedim. Okuduğum okullarda da eğitimini almadım...

- Olacak şey değil. Osmanlıca tercüme sorusundan bu notu nasıl aldınız? Malum tarih mezunu imtihana giren birçok öğrenci bu notu alamadı.

Artık bu kadarı fazlaydı. Tamam, öğrenci olarak kabul etmeyeceklerdi ama sözün özü hoca kopya mı çektiniz, birine mi baktınız demeye getiriyordu. Gururu incinmişti.

- Efendim bizim evde dedemden kalan eski gazete parçaları vardı. Rahmetli dedem o gazete parçalarını babama vermiş babamda ata yadigarı diye atmamış bende o eski gazete parçalarında ne yazıyor diye merak ettim. Osmanlıca sözlükler ve dil bilgisi kitapları aldım. Bu şekilde bir şeyler öğrenmeye çalıştım.

- İlginç... Şaşkınlığımı hoşgörün bizim açımızdan bu zamanda böyle meraklı öğrenci bulmak zor. Malumunuz bir tarihçi için en önemli şey eski belge ve bilgilere ulaşabilmek bunları toplumun faydalanabilmesi için açıklamak ve kaynak olarak sunabilmektir. Bu gazete parçaları hangi yıllara ait...

- Bilmiyorum. Fakat genelde içerikleri Fenerbahçe’nin yaptığı maçların yorumları ve fotoğrafları var.

Bu cevabı ortadaki hoca haricinde ikisi de tebessümle karşılamışlardı.

- Demek dedeniz gazetelerin sadece Fenerbahçe ile ilgili bölümlerini saklamış. Basit spor haberlerini yani… Diğer hoca hemen lafa girdi.

- Ne yazık keşke tamamını saklayabilseymiş bize ne kadar faydası olurdu. Evet, ne yazık ki bu tarih Fenerbahçe’yi ilgilendirir ve onlar içinde UEFA’YI almış, Avrupa da başarılı olmuş bir Galatasaray’dan sonra bu tarih ancak “Maziye bak bir zamanlar ne kadar şendik” öyküsü olur...

- ...

Ortadaki hoca diğerlerine mülakatın devam ettiğini hatırlatır bir biçimde ikisinin de sözlerini keserek...

- Pekiyi öğrencimiz olursanız hangi konuda tezinizi hazırlamayı düşünüyorsunuz?

Elini sol göğsünün üzerindeki ceketinin iç cebine attı. Cüzdanını çıkardı ve açtı. Usulca içinden dörde katlanmış bir kağıt parçası çıkardı ve uzattı. Yıllardır gurur ve onurla bir muska gibi koynundaki cüzdanında taşıdığı bir fotoğraftı.


- Türk Milletinin işgale karşı onur ve gurur maçı General Harrington Kupası.

Hocalar elden ele resmi dolaştırırken o ayağa kalktı ve Rahmetli dedesinin kesip sakladığı ve aile yadigârı olarak nesilden nesile geçirdikleri gazetelere bile laf söyleyen bu tarih akademisyenlerine karşı mağrur bir şekilde devam etti.

- Bu da Zeki Rıza Sporel’ in o gün galibiyeti getiren golü bugün biz tarih yazdık diye övünenler, tarihçiyim diyenler için saklıyordum. İyi bakın lütfen acaba bu gol kimlere atılmıştır. Onu anlayabilmek için Kurtuluş Savaşını yaşamanız gerekirdi. Sizler tarih hocaları akademisyenlersiniz bunu benden çok ama çok daha iyi bilirsiniz... Bugün alınacak beşbin UEFA kupası acaba bir General Harrington eder mi?

Ürkek ve tedirgin girdiği odadan "Çıkabilirsiniz" sözünü bile beklemeden, arkasına bakmadan gururla ve başı dimdik çıkıyordu. O belki bir lisanüstü imtihanını kaybetmişti ama atasına layık bir evlat olarak Fenerbahçelilik imtihanını kazanmıştı. Sarı lacivert sevdasına onur ve gururunu katmıştı. Çünkü onun sevdasının Kuvay-ı Milliye gibi bir kimliği vardı. Ve o bunu şerefle taşıyordu ama yine de o gün yaşadıkları içinde anlatamayacağı bir sızı bırakmıştı.

Sıradan Bir Hatıra Ve Sarı Lacivert Parlayan Forma

Sene 2001 Gençlerbirliği maçı öncesiydi. Fenerbahçe Ankara’ya geliyordu. Futbol takımı havaalanına indiğinde karşılamak için bütün hazırlıklar yapılmıştı. Takımın havaalanına ayak basmasıyla ortalık bir anda düğün yerine dönüşecekti. Bu karşılamaya kızımda benimle gelecekti. Ben bizi havaalanına götürecek olan arabamızın sarı lacivert renklerle süslerken o Formasını giymiş ve alt komşunun kızıyla konuşuyorlardı... Selin formasını gösteriyor “Bak arkasında ismim yazıyor” diyordu. Komşunun kızı ise yara bantlarını gösteriyor “Bunu niye yapıştırdın” diyordu... Aslında bu hikaye onların birbirine anlatamayacağı kadar karmaşıktı.

Türkiye Futbol Liglerinde 5 yıl şampiyon olan takımın formasına bir yıldız takması için izin verilmiş. Türkiye de Profesyonel Futbol Ligi 1959 da başladığından şampiyon olan 4 takım bu şekilde yıldız takmaya hak kazanmıştı. Bu da taraftarlar arasında tatlı bir çekişmeye rekabete neden olmuştu. Sonradan ise federasyon aldığı haksız bir kararla Beşiktaş’ ın iki şampiyonluğunu daha onaylamış ve Beşiktaş’a 1 yıldız daha vermişti. Bu diğer kulüplere ve başarılarına yapılmış bir haksızlıktı. İnternet ortamında haberleşerek biz Fenerbahçeli Taraftarlar formalarında ki yıldızları yara bantlarıyla kapamış ve federasyonun bu haksız tutumunu “Bizi yüreğimizden yaraladınız” şeklinde protesto ediyorduk. Kızım Selin de konuyu tam detaylı bilmese de arkadaşın sorusunu taraftar kimliğiyle cevapladı “Bu yıldızları herkese vermişler Fenerbahçe herkese verileni almaz o yüzden”...

Ertesi gün ki gazeteler karşılama töreninin mükemmel olduğunu yazacaklardı. Devasa bayraklar açılmış, meşaleler yakılmış, futbolcuları taşıyan otobüsün önü kesilmiş, “Ulusoy seni de yıldızlarını da takmıyoruz”, “Hep Destek Tam Destek” pankartları açılmıştı.Bu arada Selin de Fenerbahçe Takım Kaptanına çicek vermiş ve formasını imzalatmıştı.

O gün akşam onlar da misafirlikteydik... Bu arada belirtmem lazım ki komşum fanatik bir Gençlerbirliği taraftarıydı. Ertesi gün maçı aykırı tribünlerde izleyecektik ama dostluğumuz çok güzeldi. Yine da o akşam için sohbet konumuz futboldu ve amacımız birbirimizi kızdırmaktı... Sohbet devam ederken Mediş (asıl ismi Mediha ama ailesi dahil hepimiz ona Mediş diyoruz) babasına döndü “Baba bana da forma alsana” deyiverdi... Komşum hani o kızının kendinden yana olmasının verdiği gururla “Olur kızım… Sana şöyle güzel bir Gençlerbirliği forması alayım” dedi... İkisi arasındaki bu konuşmaya Selin dudağını bükerek “Gençlerbirliğiymiş... Ha…Ha…Ha... Güleyim bari… Ali’de de var ama hiç mi hiç parlamıyor”... Mediş ” Evet baba ya Selin’in forması gibi parlamıyor” dedi... Ben de fırsatını buldum ya “Merak etme Mediş sen her zaman giyeceğine söz ver baban almasa da ben sana alırım“ deyiverdim...

Bu arada ben de çocukların Fenerbahçe’nin formasını niçin çok sevdiğini de öğreniyordum parladığı için... Komşum bütün akşam benim kızdırmalarımın da etkisiyle hiddetle ayağa kalktı ve kızına bağırdı “ Ama o formayla bizim eve giremezsin”… Küçük kız sustu boynunu büktü... Babası son sözü söylemişti...

Aradan yaklaşık iki ay geçti... Felaket haberi gece yarısı geldi... İncirli Lisesi’nin önünde karşıdan karşıya geçerken bütün aileye araba çarpmıştı... Derhal hastaneye koştuk... Komşum da sadece kırıklar vardı. Hanımı ise beyin sarsıntısı geçirmiş yoğun bakımdaydı. Mediş’ in sol ayağında üç yerinde kırık ve iç organlarında hasar vardı... İki hafta sonra bilmem kaçıncı ameliyattan sonra Selin’le Mediş’i görmeye gittik... Hastaneye almadılar Selin’i...
Medış’e “Merak etme iyi olacaksın güzel kız…” diye konuşurken “Biliyor musun amca babam artık Fenerbahçe forması giyersem kızmayacakmış” dedi. Küçük kızın isteğini anlamıştım...”Tamam” dedim... Bir daha ki gelişim de söz sana parlayan forma getireceğim...” dedim. “Arkasında Mediş yazacak değil mi ama...” dedi. “Tamam, yazacak...” dedim...

Selin kapıda sordu “Mediş nasıl?” diye… Kısaca anlattım... Forma işine çok sevinmişti. “Mediş iyileşince mahallede üç tane Fenerbahçe formalı olacağız ne güzel... Hem de futbolcuların giydiği formalı” dedi... İşten güçten fırsat bulup hastaneye gidemiyor ama haber alıyordum... Ailenin diğer fertleri az biraz iyileşmiş artık eve gelmişlerdi... Bir Mediş yoktu... Küçük bünyesi onca ameliyatı zor kaldırıyordu. Mediş’in sol ayağındaki damar bazen çalışıyor bazen çalışmıyordu... Ayakuçlarında ki sinirler ölmüş. Ayağın basmaması nedeniyle tandom kısalmıştı...

Yine bir ameliyata girecekti ama bu sefer doktorlar son diyorlardı... Bünyesi toparlansın diye bayağı beklenmiş ve bütün aile umutlarını bu ameliyata bağlamışlardı. Ziyarete gitmeden önce formasını almak için Soysal Pasajına gittim. Çocuk forması yoktu. “Gelecek” dediler. Karum Pasajına gittim aynı cevabı verdiler... Bilinçli taraftarım ya kulübüme para kazandıracağım ya deli gibi çocuk forması arıyorum... Son ameliyat bu istiyorum ki Mediş o ameliyata büyük moralle girsin… Bazen de içimden “Ya ne diye bu kadar uğraşıyorsun git Onur Pasajına al bir tane forma kulübün çocukları düşünmüyorsa sen kulübü niye düşünüyorsun ki” diyordum... Ama çocuklar formalarda ki tescil damgasını biliyorlardı... O damga varsa o futbolcuların giydiği formaydı... Kendi aralarında konuşurken de böyleydi çünkü amcaları öyle demişti...

Velhasıl bulamadım... Üç gün sonra Selin’in doğum günüydü. İstanbul’dan amcasının Selin’in doğum günü için gönderdiği forma geldi aklıma... Tamam, onu verecektim Selin’in formadan haberi yoktu... Arkasında ismi yazıyordu. Güneşli Pasajına gittim ilk önce SELİN ismini söktürdüm formadan, sonra kocaman harflerle MEDİŞ yazdırdım. Güzel bir paket yaptırdım ve hastaneye gittim...

Formayı verir vermez çok sevindi. Hemen oracıkta giydi. Onun yüzünde ki o mutluluk tablosu kim bilir kaç şampiyonluğa değerdi... O gün o büyük ameliyata girdi... Ameliyattan çıktığında artık sarı lacivert parlayan futbolcuların giydiği bir forması vardı ama sol ayağının üstüne bir daha basamayacaktı... O ameliyattan geriye sadece parlaklığı ile övüneceği futbolcuların giydiği sarı lacivert forması kaldı...

Telefon


“Hadi baba geç kalıyoruz!...”

Kızına “Maça daha çok var.”diyesi geldi ama maçın önemi aklına gelince kızına hak verdi. Fenerbahçe şampiyonlar liginden elenmiş. Statü gereği UEFA kupasına kalmış ve İspanya’nın bir takımı ile oynayacaktı. Hafta arası olmasına rağmen stadın dolu olacağını düşündü. Allah korusun ya o kalabalık içerisinde kavga falan çıkarsa kızını nasıl koruyacaktı. Bir an bedeninde ve yüreğinde o çok bildik baba olmanın verdiği sorumluluk duygusunun tedirginliği dolaştı.

“Hadi babacığım ama...”
“Tamam, dur çekiştirme çıkıyoruz. Bu arada sıkı giyindin mi?”
“Her şeyimi giydim. Formamı, montumu, atkımı, eldivenlerimi bile... Hadi...”

Her şey üç sene önce üst komşularının taşınmasıyla başlamıştı. Mediha on bir yaşındaydı. Komşularının da onun yaşında bir kızı vardı. Kızlar mahallede kendi yaşıtları olmayınca birbiriyle çok iyi anlaşmışlar ve kaynaşmışlardı. Komşusu fanatik bir Fenerbahçeliydi ve kızı da babasına çekmişti. Mediha bu ailenin yemeyip içmeden Fenerbahçe konuşmasından çok etkilenmişti. Öyle anlatılabilecek bir etkilenme değildi. O uğursuz trafik kazası arkasından ameliyata girerken bile kızına bir isteğin var mı diye sorulduğunda “Fenerbahçe forması” demişti. Tedavisini yapabilmek için tayinini İstanbul’a istemiş. Ondan sonra Mediha arka arkaya birçok ameliyat geçirmiş. Bu sene ise artık eski sağlığına kavuşmuştu. Söz vermişti kızına onu bir Avrupa kupası maçına götürecekti. İşte o verdiği söz bugüne nasip olmuştu.

Stada geldiklerinde gözlerine inanamıyordu. Ortam insanı büyülüyordu. Herşey fantastik bir romanın sayfalarından dökülmüş ya da mükemmel bir aşk şiirinin içinden fırlamış dizeler gibiydi. Aslında Fenerbahçeli değildi. Gençlerbirliği’ni severdi ama Mediha yüzünden Fenerbahçe’ye sempati duymaya başlamıştı. Hatta tayin olduğundan beri iş yerinde diğer takım taraftarı arkadaşlarına karşı Fenerbahçeli olmuştu. Üstelik kızı yüzünden Fenerbahçeli olduğu sene Fenerbahçe şampiyon olmuş ve bu sene de Alex, Anelka gibi dünya yıldızlarını almıştı. Bu da işyerinde Fenerbahçeli olmasını etkilemişti.

Yerlerine geçtiklerinde yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada sarı lacivert kartonlarla göze hoş gelen hareketler yapıyorlardı. Bir yandan da Mediha’ya bakıyordu. Küçük kız kendinden geçmişti. Şarkılar söylüyor. Açılan bayrakları gösteriyor. “Baba bak!” Her şey öyle güzel gidiyordu ki... Bütün gazeteler Fenerbahçe’nin kaç atacağını yazıyordu. Öyle ya oynadıkları takım İspanya liginde neredeyse küme düşecekti. Fenerbahçe ise yıldızlar topluluğuydu. Tam bir Fenerbahçeli olmasa da bugün bütün yüreğiyle Fenerbahçeliydi. Her şey bir yana en nihayetinde bir Türk takımıydı.

Maç başladı bir iki pozisyon oldu ama gol olmadı. Fenerbahçe kötü oynuyordu. Bir ara Fenerbahçe çok fazla köşe vuruşu kullandı. Duran topları çok iyi kullandıkları için gol gelir zannetmişti ama olmamıştı. Neyse ikinci yarı belki olur dedi. Bir gol de Mediha’ nın nasıl sevineceğini biliyordu. O yüzden Fenerbahçe bir gol atsın çok istiyordu.

İkinci yarı başladı Fenerbahçe bir iki gol kaçırdı sonra rakip takım kaçırdı. Kızının heyecanına o da ortak oluyordu. Bu arada Fenerbahçe bir gol yedi. Ortalık buz kesti. Yine tribünlerden cılızda olsa tezahüratlar yükseliyordu. Mediha’ya baktı. O sanki bir şey olmamış gibi yine bağırıyordu. Ona uymak istedi ama bulundukları yerde bir tek kızı haykırıyordu.“Fener gol! Gol! Gol!” hani uysa gülünç duruma düşecekti.

Bu arada yanındakiler “Marco yok o yüzden”,”Oynamıyorlar”, “Selçuk bir düzgün top atamadın be!”,”Serkan bir orta yapamadın” diyorlardı. Önce bulaşıcı bir hastalık gibi o homurdanma bir anda bütün tribünleri sardı. Sonra Selçuk her topu aldığında yuhalanmalar, ıslıklamalar başladı. O da kızını sevindirememenin verdiği hırsla yuhalamaya, ıslıklamaya başladı. Bu esnada Mediha’nın “Yapma baba” deyişlerini duymadı bile...

Bir ara Selçuk maçı bıraktı ve kendisini protesto eden tribünleri alkışlamaya başladı. Bu seferde tribünde yuhalamaya, ıslıklamaya “Beyler yapmayın” diyenler “Selçuk! Selçuk!” diye tempo tutmaya başladılar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Mediha’yı fark etti. Kızı; o küçük ciğerleri patlarcasına avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Selçuk! Selçuk!”... Bir an her şey anlamsızlaştı. Ne maç, ne o görsel şovlar. O her zaman “Fenerbahçe” diye, “Baba beni maça götür” diye, kendisini parçalayan kızı her şeyi bırakmış kendisine bu üzüntüleri yaşatan takımın en kötü oyuncusu için bağırıyordu. Sustu. Sonrasını duymadı, görmedi.

Eve gelene kadar Mediha kendisiyle hiç konuşmadı. Annesi “Kızım geçmiş olsun, bir daha ki maç yenersiniz.” dediğinde “Tabi anneciğim bir daha ki maç yeneriz. Teşekkür ederim babacığım beni maça götürdüğün için... Yarın okula gideceğim artık geç oldu. Müsaadenizle ben yatacağım. İyi geceler” dedi. Mediha yattıktan sonra hanımı “Yazık! Sevinemedi çocuk...” dedi. Sonra ekledi. “En azından baba kız birlikte oldunuz”. Ertesi gün iş var diye düşündüğünde aklına arkadaşları geldi. Kim bilir nasıl kızdıracaklardı? Ne cevap verecekti. Ne söyleyecekti. Karma karışık duygularla yattı.

Sabaha karşıydı. Mediha’nın odasından gelen iç çekme sesleriyle uyandı. Kızı ağlıyordu belki bütün gece ağlamıştı. İçinde biriken öfke volkana dönüştü ve patladı. Kızını böylesine üzen Fenerbahçe’den nefret etti.

Ertesi gün iş yerinde de korktuğu her şey başına geldi. Kızdırmalar, laf söylemeler, takılmalar. En çokta diğer bölümlerdeki arkadaşlarının telefonları canını sıkıyordu. Öğle yemeği bir işkence olmuştu. İşte tam bu sırada cep telefonu çaldı arayan numara Mediha görünüyordu.
Kızının yenilgi üzerine odasında bütün gece ağladığını hatırladı. Sesini biraz daha sevecenleştirdi. “Buyur kızım” dedi.

“Bilmeni istedim babacığım. Her şeye rağmen inadına Fenerbahçe”
Ve telefon kapandı.