Cumartesi, Haziran 23, 2007

Davul



Fenerbahçeliydi. Her hafta beni olaya değil maça yazsınlar diye dua ederdi. Bazen Fenerbahçe maçlarında görev sırası ona gelirdi. Her zaman çıkan ek görevlerle yıllardır hiç olmayan hafta sonlarının en güzeli o günler olurdu.

Hele bu sene Fenerbahçe yıllar sonra şampiyonluğa gidiyordu ki keşke her hafta Fenerbahçe maç görevi çıksaydı. Yine o hafta Fenerbahçe maçına görev yazmışlardı. Sabahtan göreve başlamak için stadın önüne gitti. Daha stada girişte taraftar yoğunluğu başlamamıştı. Kapıda maça erken gelen birkaç taraftara üst araması yapan arkadaşlarıyla selâmlaştı. Toplandılar. Emrine girdiği Emniyet Amirinin komutuyla yürümeye başladılar. Merdivenlerden çıkarken damarlarındaki kanın sıcaklığını hissetti. Birazdan Şükrü Saracoğlu’ nun çimlerini görecekti.

O kadar çok görev çıkıyordu ki görev olmasa Fenerbahçe’sini seyredemeyeceğini biliyordu. Birden yanındaki arkadaşına döndü. “Lisedeyken biz Fenerbahçe maçına girmek için sabahlardık” dedi.

Arkadaşı gülerek “ Kafayı mı yediniz oğlum? Tatil günü maça mı gidilir? Hani bana milyar verseler tatil günü maça gitmezdim. Bugünde gitmem ya... Görev yazıyorlar. Geliyoruz işte...”

Başına önüne eğdi sustu. Biliyordu ki bir çok arkadaşı hafta sonu tatillerini engellediği için, o günlerde aileleriyle birlikte olamadıkları maç görevlerinden nefret ediyorlardı. Maraton tribününde amirinin kendisine gösterdiği yere oturdu. Görevleri gereği kavga, taşkınlık yapan taraftarı engellemek olduğundan etraflarında oturanları tribünlerde Fenerbahçelileri seyrediyorlardı.

Maç başladı. Fenerbahçe salkım saçak dökülüyordu. Yenilen arka arkaya gollerle şampiyonluk hayal olmaya başlamıştı. Zaten ezeli rakipleri Galatasaray ile aralarında puan farkı vardı. Şimdi bu fark açılacak ezeli rakipleri bir kez daha şampiyon olacaktı. Bunu düşününce iyice canı sıkıldı. Maç üç sıfır olmuştu. Fenerbahçe mağluptu.

Yanında ki arkadaşı “Fener’ i darmadağın ettiler be. Tarihi fark olur bu maç...” dedi.

Aklına işyerinde ki Galatasaray’ lı arkadaşları geldi. Ne yapacağını bilemedi. Koyuyordu. Üç sıfır mağlup olan takıma sinirlenmeli miydi? Yoksa bu sonucu alan futbolculara ağız dolusu küfür mü etmeliydi? Cep telefonu Fenerbahçe Marşıyla çağrı geldiğini haber veriyordu ve sürekli çalıyordu. Önünde davul çalan bir delikanlı telefonda çalan marş dolayısıyla onların olduğu yere baktı. Arayan numara Galatasaraylı bir arkadaşıydı. Açmadı. Açılmayan telefonun çalması kesildi. Sonra mesaj geldi uyarıları gelmeye başladı. Kızgınlıkla telefonunu kapadı.

İlk yarı bittiğinde sigarasından derin bir nefes çekerek olduğu yere çöktü. Birazdan taraftar arasında yenilgiyi sindiremeyenler veya kendisi gibi sinirlenenler arasında yok yere tartışmalar başlayacaktı. Belki kavgaya dönecekti. Aklından geçen düşünceler bir anda tribünlerde olmaması gereken bir durumla kesildi. Bütün taraftar ayağa kalkmış ve “Bizler İnandık, Sizde İnanın...” diye bağırmaya takımı tribünlere çağırmaya başlamışlardı. Üç sıfırlık bir ilk yarı sonunda taraftarın kendilerini ıslıklayacağını düşünen futbolcular tam bir şaşkınlık içerisindeydiler.



İkinci yarı başlamak üzereyken aynı tezahürat devam ediyordu. Fenerbahçe taraftarının Fenerbahçe sevdası Fenerbahçeli Futbolcuların üstünde ete kemiğe bürünmüştü. Fenerbahçe’nin golleri arka arkaya geliyordu. Bir, iki, üç... Stadyum da ki herkes şimdi daha çok inanıyordu. Fenerbahçe taraftarının Fenerbahçe sevdası bu maçı alacaktı. Üstelik Fenerbahçe’nin daha önce de bu şekilde maçlarının olması bu inanışı körüklüyordu. Neden bir daha olmasındı?
Birden görevini, ne için orada bulunduğunu unuttu. Artık gösterilen yerde oturmuyordu. Yerinde duramıyordu. O yüreğindeki Fenerbahçe sevdası her Fenerbahçeli gibi onu da sarıp sarmalamış stadyum da bulunan binlerle oluşan o tek ruha, o tek duyguya sahada oynayan Fenerbahçe’ye dönüştürmüştü. Her şeyi unutmuş ayakta bazen nefes almayı bile unutarak gözlerini sahadan ayıramıyordu.

Rapaic’i ceza sahasına girerken gördü. Bütün Fenerbahçelilerin dilediği gibi içinde binlerce dilek dolandı durdu. Tuttu nefesini bekledi bekledi ve “GOOOOOOOL!...”
İçinde biriktirdiği duygu seli patlayıverdi. İlk önce yanındakilere sarıldı. Kucaklaştıkları onu, o kucaklaştıklarını öptü. Sonra birden yerinden fırlayıp tribün demirlerinin önünde duran çocuğun elindeki davulu kapıverdi. Çocuk daha ne olduğunu anlayamadan o başladı çalmaya...

Öylesine kendinden geçmişti. Galibiyetin sevinciyle, inancın zaferiyle, Fenerbahçe olmanın gururuyla vuruyordu davula... Aslında bir haykırıştı bu... Fenerbahçe’ydi bu be... Bütün camialardan farklıydılar.
O kadar farklıydılar ki üç sene sonra gelen şampiyonlukta “ Herkes Rütbesini Bilecek” demek yerine, aldıkları tüm yıldızları bir kalemde “Şehit Analarına Tüm Yıldızlar Feda Olsun ” diye silebilecek kadar... Farklıydılar.

Başarı ve zeka


Bir şirketin ürün maliyetlerinin azaltılması ve konfigürasyon (yapılandırma) yönetimini kapsayan bir modül üzerinde daha geniş ve büyük bir projenin alt grubu olarak çalışacaktık. Proje alt grupları çeşitli gruplardan kendi konularında uzmanlardan oluşuyordu. İzinden yeni dönmüştüm ve izin dönüşü kucağıma bir şey vereceklerini biliyordum zaten...

Sistemin ulaşmak istediği hedef ve istenen modül ile ilgili tanıtımdan sonra tanışma yemeğine geçildi.

Yemeğin konusu tanışmaydı ya herkes birbirini alıcı gözüyle tartıyordu. Kafalarda kişiler yerli yerline oturtulmaya çalışılıyordu. Kolay değil en az altı ay belki de bir iki yıl birlikte çalışılacaktık. Modül çıkana kadar gece yok, gündüz yok... Neyse proje yöneticimiz hemen lafa daldı.

- Hoş geldiniz. Ben üstünde çalışacağınız modülün Ana Proje Yöneticilerinden Sami... Dedi ve grup lideriniz diyerek beni tanıttı sonra sırayla diğerlerini... Bu arada kısa öz geçmişlerimizi de uzmanlık alanlarımızı da söylüyordu. Belli ki şirketlerimizin yolladığı özgeçmişlerimizi ezberlemişti. Sami Bey bizler hakkında bayağı iyi çalışmış ve işini iyi yapmıştı. Kısacası etkilenmemek elde değildi... Buyurun oturalım... Masaya oturduk..

Salatanın üstündeki kırmızıturp yanındaki limonu göstererek ne güzel duruyor değil mi demez mi? İçimden bittin oğlum sen diye geçirdim... Yoksa şirket CV mizde ilgi alanı “Futbol” yazmıştı da Sami Bey yemleme mi yapıyordu diye düşündüm... İzin dönüşü kucağıma bırakılan işe mi yanayım? Salatadaki sarı kırmızıya bile hayran olan Galatasaraylı proje yöneticime mi? diye geçirirken... Cemil’e hanım atlamaz mı?

- Trafik ışıklarındaki sarı kırmızıdan nefret eden biri olarak Sami Bey bence salatada hiç ama hiç hoş durmuyor. Hadi muhabbet başladı. Bende daha grup çalışması bile başlamadan grup üyesini Cemil’e Hanımı, Sami Bey’e ezdirmemek korumak için savunmaya geçtim. Yoksa Fenerbahçeli olduğum için değil yani sırf personelimi korumak için...

Ben lafa katılınca arkasından masanın diğer fertleri katılmaz mı bu ezeli rekabet sohbetine... Meğersem diğer grup personelimde Fenerbahçeli... Sami Bey bunaldı felaket terliyor. Konuyu değiştirmek istedikçe bir punduna getirip konuyu gene Fenerbahçe’ye getiriyoruz. Bazen konuşmalarımız haddini bile aşıyor zeki bir insan hala nasıl Galatasaray’ı tutabilir anlamıyoruz diyorduk yani taraftar diline çevirirsek yöneticimize akıllı ol Fenerli ol aptal mısın demeye getiriyorduk...

Malum bizim gibiler için Fenerbahçe bir takım değil bir yaşam biçimiydi... Kısacası bizim gibiler için hangi konuya girerseniz girin mutlaka sonu Fenerbahçe’ye çıkıyordu. Sadece Sami Beyin yanında oturan Tamer Bey susuyor hiçbir şey söylemiyordu. Olsun çalışma grubumu çok sevmiştim ben... Dört üyesi Fenerbahçeliydi. Canım bir kişide olmayı verirdi... Sami Bey destek bulmak için bu sefer ona dondu...

- Tamer Bey siz herhalde arkadaşlar gibi Fenerbahçeli değilsiniz.

Tamer Bey hafif tebessümle;

- Galatasaray maçlarını seyretmek bana daha çok zevk veriyor… Dedi.

Proje yöneticimiz bu cevabı bekliyormuş gibi hemen atladı.

-İyi ki siz varsınız bende Fenerbahçeliler arasında az daha boğulacaktım.

Tamer Bey yine aynı tebessüm ve sakinlikte cevap verdi.

- Evet, Galatasaray maçlarını seyretmek ve onun yenildiğini görmek bana daha büyük zevk veriyor. Fenerbahçe maçlarından istediğim zevki ve tadı alamıyorum. Fenerbahçe’nin maç kazanması onun görevi gayet normal bir şey asıl Fenerbahçe berabere kalırsa veya yenilirse doğal olmayan bir şey olur...

Masa da ben dâhil kimse bir an ne diyeceğini bilemiyordu. Ömrümde Galatasaray’dan nefret eden çok adam görmüştüm, tanımıştım ama ilk defa böylesini görüyordum. Tamer Bey devam ediyordu.

- Mesela bu altı sıfır Fenerbahçe için aslında büyütülecek bir olay değil ama Galatasaraylılar bunu çok büyütüyorlar. Hatta beyinlerinin içine kazınmış durumda ister iseniz deneyelim. Lütfen... Diye proje yöneticisine aşırı derecede ısrar ediyordu... Proje yöneticisi nezaketen uymak zorunda kaldı.

- Lütfen sağ ayağınızla saat yönü istikametinde daire çizerek sıfır yapmaya çalışın, Proje yöneticisi sağ ayağını daire çizerek sıfır yapıyordu.

- Şimdi sağ elinizle altı yapın... Proje yöneticisi sağ eliyle havada altı rakamını yazmaya çalıştı.

- Şimdi ayağınıza bakın... İşte böyle... Altı her Galatasaraylının beynine kazınmıştır ama Fenerbahçeli için önemli değildir. Başarmak Fenerbahçelinin ruhunda vardır. Fırsatı bulmuşken puan kapmadan olur mu hemen ben de lafı yapıştırdım.

- Yani bizim proje grubumuzdan gözü kapalı emin olabilirsiniz bu kadar Fenerbahçeli bu işi mutlaka başaracaktır.

Sami Bey bunun üzerine,

- Bende öyle umuyorum. Bu arada Tamer bey’e dönerek güzel espriydi Tamer Bey... Dedi ve kalktı. Çok ama çok bozulmuştu.

Proje safhasında çalışırken de bizden sorumlu proje yöneticimiz Sami Bey saka yolluda olsa Fenerbahçe üzerine tacizkar birçok olumsuz yaklaşımlar sergiledi. Ne yazık ki Fenerbahçe’de en kötü sezonu yaşıyor rekorlar kırıyordu. Yine de sigara dumanına boğulmuş bir halde darmadağın çalışırken içimizden biri ya “Sarııııı” diye bağırdığında diğerleri ona “Laciveeeert” diye katılıyor gülümsüyorduk ya da en bunaldığımız anlarda winamp programlarımızdan Fenerbahçe marşları yükseliyordu.

Fakat biz ana projede ki diğer modüller içinde en uzun sürmesi tahmin edilen modülümüzü yedi ay gibi kısa bir sürede bitirdik ve teslim ettik. Üstelik ilk teslim edilen modül olmuştu. Bu diğer modüllerdeki çalışma gruplarının ana projenin tamamlanabilmesi için daha çok çalışmasına neden oldu...

Modülün iş teslimi şirkete yapılınca personel müdürlüğünde ki benim ve proje grubunun arkadaşlarımın özgeçmişlerine son çıkardığımız iş eklensin diye gittiğimde ( malumunuz bu tür proje hizmetleri üreten şirketlerde kariyeriniz genelde ürettiğiniz işle ya da çalıştığınız şirketteki makamınızdan bir üst makam olacak şekilde diğer bir şirkete geçerek artar) kendiminkine baktım. İlgi alanı Fenerbahçe Spor Kulübü yazıyordu. Sonra Cemile Hanım’a, Serkan Bey’e, Tamer Bey’e, Dündar Bey’e ve Gül Hanım’a... Hepsinde Fenerbahçe Spor Kulübü yazıyordu.

Personel kısmında ki bizim özlük işlemlerimizden sorumlu arkadaşa şaka yollu “Sami Bey ilgi alanlarımıza futbol yerine açıkça Fenerbahçe diye eklediği çok iyi olmuş” diye takıldım. Sorumlu arkadaş "O notu o eklemedi ki o zaten sizin şirketlerinizden gelen özgeçmişlerinizde vardı." demez mi?

Neyse kendi işyerime dönmüştüm ve hemen izine ayrıldım. İzin dönüşü masamda bir hediye paketiyle karşılaştım. Paketin içinden yeni sarı lacivert çubuklu bir forma çıkmaz mı? Üstünde de Sami Bey’in iliştirdiği not “ Başaracağınızı biliyordum. Hepinize teşekkür ederim.”

Sami Bey diğer grup arkadaşlarıma da bu formadan göndermiş. Galatasaraylı Sami Beyin bu jesti bizi gerçekten hem şaşırtmış, hem sevindirmiş, hem de duygulandırmıştı. Kendisini teşekkür etmek için aradığımda daha da çok şaşırdım. Çünkü Sami Bey’de Fenerbahçeliymiş. Proje yönetimini oluşturdukları zaman hepsinin en büyük korkusu bizim modülmüş. Sami Bey ben bunu diğer modüllerden daha kısa sürede bitiririm demiş. Hatta bir arkadaşıyla iddiaya bile girmiş ve proje grubunu bizzat kendisi oluşturmuş. Konuyla ilgili danışman şirketlerden bütün uzman personelin özgeçmişlerini istemiş ve gruba alınacak üyeler için istenen en büyük referans ise konusunda uzman ve Fenerbahçeli olmasıymış. Çalışma esnasında tacizkar gibi davranmasının nedeni de bizi hırslandırmakmış...

O kadar çok şaşırmıştım ki aklıma geldikçe hala tebessüm ederim. Ya Fenerbahçe o kadar kotu bir sezon geçirmesiydi acaba biz bu modülü kaç ayda bitirirdik... Diğer yandan tanışma yemeğinde Sami Bey’e “zeki bir insan hala nasıl Galatasaray’ı tutabilir anlamıyoruz” deyişlerimiz ile kendimize ve düştüğümüz tezgâha da gülerim...

İmtihan



Hafif çekingen ürkek adımlarla odaya girdi. Küçük pencerenin önünde ki masada oturan üç kişi içeri girene dikkatlice bakıyordu. Zaten loş olan küçük oda tek ışık kaynağı olan pencerenin önünde oturanlarla kapanmış daha da kasvetli bir havaya bürünmüştü.

Ortada oturan adam “Buyurun” diyerek masanın önündeki sandalyeyi gösterdi. Aynı ürkeklik ve çekingenlikle sandalyenin ucuna ilişti. Sonra klasik sorular başladı,

- Adınız?

- Soyadınız?

- Ne zaman mezun oldunuz?

- ...

Aslında bütün soruların cevabı önlerinde duran tomar tomar dolu kağıtlarda yazıyordu ama soruyorlardı işte... Özellikle ortada duran hoca otoriter bir ses tonuyla ezmek istercesine soruyordu.

Bilim imtihanından çok iyi not almıştı. Sadece Osmanlıca sorusunda biraz düşük gelmişti notu ve müracaat edenlerin içinde üçüncüydü. Toplam beş kişi kabul edilecekti. Eğer bu mülakatı geçemezse onun yerine bir yedek adayın alınması söz konusu olacaktı.

Sakin olmaya çalışıyor verebileceği en iyi cevapları kafasında bir hızda geçirmeye çalışıyor ve öyle yanıtlıyordu. Çünkü bu adına mülakat dedikleri imtihanda yanlış yapınca artık değiştirme düzeltme veya silme imkânı yoktu. Müracaat ederken imtihana giren diğer aday öğrencilerden bütün imtihanları geçse bile özellikle mülakatta hocaların kendi mezun öğrencilerini tercih ettiklerini işitmişti.

Soldaki hoca başını eğdiği önündeki kâğıtlardan kaldırdı. Göz göze geldiler.

- Tarih bölümü mezunu değilsiniz? Neden lisansüstü eğitim olarak tarihi tercih ettiniz?

Eyvah galiba korktuğu başına geliyordu. Bu nazik bicimde sorulmuş sorunun öz Türkçesi “ Zaten tarih okumamışsın ne diye tarih üzerine lisansüstü eğitim yapmak istiyorsun da bizi yoruyorsun?”

Tane tane cevapladı soruyu;

- Kişisel olarak tarihe ilgim çok fazla efendim. Öğrencilik yıllarımda ki şartlar benim tarih okumamı engelledi fakat ben bugün fırsatım varken çok sevdiğim tarih konusunda akademik kariyer yapmak istedim. Açılan eğitim programına da sırf bu yüzden müracaat ettim.

Verdiği cevap kendisini de tatmin etmemişti ama yapacak bir şeyde yoktu. Bu sefer sağda ki hoca sordu.

- Osmanlıca tercüme sorusunu parça parça tercüme edebilmişsiniz? Osmanlıca bilginiz iyi seviyede değil...

Eyvah korktuğu başına geliyordu. İşte tarih bilim sınavından en iyi üçüncü nota sahip olsa da yetersiz bulanacaktı. Artık battı balık yan giderdi.

- Osmanlıca eğitimi almadım efendim diye cevapladı. Sağda oturan hoca artık beklediği son darbe soruyu sordu...

- Hiç mi Osmanlıca görmediniz?

- Evet efendim hiç ama hiç Osmanlıca görmedim. Okuduğum okullarda da eğitimini almadım...

- Olacak şey değil. Osmanlıca tercüme sorusundan bu notu nasıl aldınız? Malum tarih mezunu imtihana giren birçok öğrenci bu notu alamadı.

Artık bu kadarı fazlaydı. Tamam, öğrenci olarak kabul etmeyeceklerdi ama sözün özü hoca kopya mı çektiniz, birine mi baktınız demeye getiriyordu. Gururu incinmişti.

- Efendim bizim evde dedemden kalan eski gazete parçaları vardı. Rahmetli dedem o gazete parçalarını babama vermiş babamda ata yadigarı diye atmamış bende o eski gazete parçalarında ne yazıyor diye merak ettim. Osmanlıca sözlükler ve dil bilgisi kitapları aldım. Bu şekilde bir şeyler öğrenmeye çalıştım.

- İlginç... Şaşkınlığımı hoşgörün bizim açımızdan bu zamanda böyle meraklı öğrenci bulmak zor. Malumunuz bir tarihçi için en önemli şey eski belge ve bilgilere ulaşabilmek bunları toplumun faydalanabilmesi için açıklamak ve kaynak olarak sunabilmektir. Bu gazete parçaları hangi yıllara ait...

- Bilmiyorum. Fakat genelde içerikleri Fenerbahçe’nin yaptığı maçların yorumları ve fotoğrafları var.

Bu cevabı ortadaki hoca haricinde ikisi de tebessümle karşılamışlardı.

- Demek dedeniz gazetelerin sadece Fenerbahçe ile ilgili bölümlerini saklamış. Basit spor haberlerini yani… Diğer hoca hemen lafa girdi.

- Ne yazık keşke tamamını saklayabilseymiş bize ne kadar faydası olurdu. Evet, ne yazık ki bu tarih Fenerbahçe’yi ilgilendirir ve onlar içinde UEFA’YI almış, Avrupa da başarılı olmuş bir Galatasaray’dan sonra bu tarih ancak “Maziye bak bir zamanlar ne kadar şendik” öyküsü olur...

- ...

Ortadaki hoca diğerlerine mülakatın devam ettiğini hatırlatır bir biçimde ikisinin de sözlerini keserek...

- Pekiyi öğrencimiz olursanız hangi konuda tezinizi hazırlamayı düşünüyorsunuz?

Elini sol göğsünün üzerindeki ceketinin iç cebine attı. Cüzdanını çıkardı ve açtı. Usulca içinden dörde katlanmış bir kağıt parçası çıkardı ve uzattı. Yıllardır gurur ve onurla bir muska gibi koynundaki cüzdanında taşıdığı bir fotoğraftı.


- Türk Milletinin işgale karşı onur ve gurur maçı General Harrington Kupası.

Hocalar elden ele resmi dolaştırırken o ayağa kalktı ve Rahmetli dedesinin kesip sakladığı ve aile yadigârı olarak nesilden nesile geçirdikleri gazetelere bile laf söyleyen bu tarih akademisyenlerine karşı mağrur bir şekilde devam etti.

- Bu da Zeki Rıza Sporel’ in o gün galibiyeti getiren golü bugün biz tarih yazdık diye övünenler, tarihçiyim diyenler için saklıyordum. İyi bakın lütfen acaba bu gol kimlere atılmıştır. Onu anlayabilmek için Kurtuluş Savaşını yaşamanız gerekirdi. Sizler tarih hocaları akademisyenlersiniz bunu benden çok ama çok daha iyi bilirsiniz... Bugün alınacak beşbin UEFA kupası acaba bir General Harrington eder mi?

Ürkek ve tedirgin girdiği odadan "Çıkabilirsiniz" sözünü bile beklemeden, arkasına bakmadan gururla ve başı dimdik çıkıyordu. O belki bir lisanüstü imtihanını kaybetmişti ama atasına layık bir evlat olarak Fenerbahçelilik imtihanını kazanmıştı. Sarı lacivert sevdasına onur ve gururunu katmıştı. Çünkü onun sevdasının Kuvay-ı Milliye gibi bir kimliği vardı. Ve o bunu şerefle taşıyordu ama yine de o gün yaşadıkları içinde anlatamayacağı bir sızı bırakmıştı.

Sıradan Bir Hatıra Ve Sarı Lacivert Parlayan Forma

Sene 2001 Gençlerbirliği maçı öncesiydi. Fenerbahçe Ankara’ya geliyordu. Futbol takımı havaalanına indiğinde karşılamak için bütün hazırlıklar yapılmıştı. Takımın havaalanına ayak basmasıyla ortalık bir anda düğün yerine dönüşecekti. Bu karşılamaya kızımda benimle gelecekti. Ben bizi havaalanına götürecek olan arabamızın sarı lacivert renklerle süslerken o Formasını giymiş ve alt komşunun kızıyla konuşuyorlardı... Selin formasını gösteriyor “Bak arkasında ismim yazıyor” diyordu. Komşunun kızı ise yara bantlarını gösteriyor “Bunu niye yapıştırdın” diyordu... Aslında bu hikaye onların birbirine anlatamayacağı kadar karmaşıktı.

Türkiye Futbol Liglerinde 5 yıl şampiyon olan takımın formasına bir yıldız takması için izin verilmiş. Türkiye de Profesyonel Futbol Ligi 1959 da başladığından şampiyon olan 4 takım bu şekilde yıldız takmaya hak kazanmıştı. Bu da taraftarlar arasında tatlı bir çekişmeye rekabete neden olmuştu. Sonradan ise federasyon aldığı haksız bir kararla Beşiktaş’ ın iki şampiyonluğunu daha onaylamış ve Beşiktaş’a 1 yıldız daha vermişti. Bu diğer kulüplere ve başarılarına yapılmış bir haksızlıktı. İnternet ortamında haberleşerek biz Fenerbahçeli Taraftarlar formalarında ki yıldızları yara bantlarıyla kapamış ve federasyonun bu haksız tutumunu “Bizi yüreğimizden yaraladınız” şeklinde protesto ediyorduk. Kızım Selin de konuyu tam detaylı bilmese de arkadaşın sorusunu taraftar kimliğiyle cevapladı “Bu yıldızları herkese vermişler Fenerbahçe herkese verileni almaz o yüzden”...

Ertesi gün ki gazeteler karşılama töreninin mükemmel olduğunu yazacaklardı. Devasa bayraklar açılmış, meşaleler yakılmış, futbolcuları taşıyan otobüsün önü kesilmiş, “Ulusoy seni de yıldızlarını da takmıyoruz”, “Hep Destek Tam Destek” pankartları açılmıştı.Bu arada Selin de Fenerbahçe Takım Kaptanına çicek vermiş ve formasını imzalatmıştı.

O gün akşam onlar da misafirlikteydik... Bu arada belirtmem lazım ki komşum fanatik bir Gençlerbirliği taraftarıydı. Ertesi gün maçı aykırı tribünlerde izleyecektik ama dostluğumuz çok güzeldi. Yine da o akşam için sohbet konumuz futboldu ve amacımız birbirimizi kızdırmaktı... Sohbet devam ederken Mediş (asıl ismi Mediha ama ailesi dahil hepimiz ona Mediş diyoruz) babasına döndü “Baba bana da forma alsana” deyiverdi... Komşum hani o kızının kendinden yana olmasının verdiği gururla “Olur kızım… Sana şöyle güzel bir Gençlerbirliği forması alayım” dedi... İkisi arasındaki bu konuşmaya Selin dudağını bükerek “Gençlerbirliğiymiş... Ha…Ha…Ha... Güleyim bari… Ali’de de var ama hiç mi hiç parlamıyor”... Mediş ” Evet baba ya Selin’in forması gibi parlamıyor” dedi... Ben de fırsatını buldum ya “Merak etme Mediş sen her zaman giyeceğine söz ver baban almasa da ben sana alırım“ deyiverdim...

Bu arada ben de çocukların Fenerbahçe’nin formasını niçin çok sevdiğini de öğreniyordum parladığı için... Komşum bütün akşam benim kızdırmalarımın da etkisiyle hiddetle ayağa kalktı ve kızına bağırdı “ Ama o formayla bizim eve giremezsin”… Küçük kız sustu boynunu büktü... Babası son sözü söylemişti...

Aradan yaklaşık iki ay geçti... Felaket haberi gece yarısı geldi... İncirli Lisesi’nin önünde karşıdan karşıya geçerken bütün aileye araba çarpmıştı... Derhal hastaneye koştuk... Komşum da sadece kırıklar vardı. Hanımı ise beyin sarsıntısı geçirmiş yoğun bakımdaydı. Mediş’ in sol ayağında üç yerinde kırık ve iç organlarında hasar vardı... İki hafta sonra bilmem kaçıncı ameliyattan sonra Selin’le Mediş’i görmeye gittik... Hastaneye almadılar Selin’i...
Medış’e “Merak etme iyi olacaksın güzel kız…” diye konuşurken “Biliyor musun amca babam artık Fenerbahçe forması giyersem kızmayacakmış” dedi. Küçük kızın isteğini anlamıştım...”Tamam” dedim... Bir daha ki gelişim de söz sana parlayan forma getireceğim...” dedim. “Arkasında Mediş yazacak değil mi ama...” dedi. “Tamam, yazacak...” dedim...

Selin kapıda sordu “Mediş nasıl?” diye… Kısaca anlattım... Forma işine çok sevinmişti. “Mediş iyileşince mahallede üç tane Fenerbahçe formalı olacağız ne güzel... Hem de futbolcuların giydiği formalı” dedi... İşten güçten fırsat bulup hastaneye gidemiyor ama haber alıyordum... Ailenin diğer fertleri az biraz iyileşmiş artık eve gelmişlerdi... Bir Mediş yoktu... Küçük bünyesi onca ameliyatı zor kaldırıyordu. Mediş’in sol ayağındaki damar bazen çalışıyor bazen çalışmıyordu... Ayakuçlarında ki sinirler ölmüş. Ayağın basmaması nedeniyle tandom kısalmıştı...

Yine bir ameliyata girecekti ama bu sefer doktorlar son diyorlardı... Bünyesi toparlansın diye bayağı beklenmiş ve bütün aile umutlarını bu ameliyata bağlamışlardı. Ziyarete gitmeden önce formasını almak için Soysal Pasajına gittim. Çocuk forması yoktu. “Gelecek” dediler. Karum Pasajına gittim aynı cevabı verdiler... Bilinçli taraftarım ya kulübüme para kazandıracağım ya deli gibi çocuk forması arıyorum... Son ameliyat bu istiyorum ki Mediş o ameliyata büyük moralle girsin… Bazen de içimden “Ya ne diye bu kadar uğraşıyorsun git Onur Pasajına al bir tane forma kulübün çocukları düşünmüyorsa sen kulübü niye düşünüyorsun ki” diyordum... Ama çocuklar formalarda ki tescil damgasını biliyorlardı... O damga varsa o futbolcuların giydiği formaydı... Kendi aralarında konuşurken de böyleydi çünkü amcaları öyle demişti...

Velhasıl bulamadım... Üç gün sonra Selin’in doğum günüydü. İstanbul’dan amcasının Selin’in doğum günü için gönderdiği forma geldi aklıma... Tamam, onu verecektim Selin’in formadan haberi yoktu... Arkasında ismi yazıyordu. Güneşli Pasajına gittim ilk önce SELİN ismini söktürdüm formadan, sonra kocaman harflerle MEDİŞ yazdırdım. Güzel bir paket yaptırdım ve hastaneye gittim...

Formayı verir vermez çok sevindi. Hemen oracıkta giydi. Onun yüzünde ki o mutluluk tablosu kim bilir kaç şampiyonluğa değerdi... O gün o büyük ameliyata girdi... Ameliyattan çıktığında artık sarı lacivert parlayan futbolcuların giydiği bir forması vardı ama sol ayağının üstüne bir daha basamayacaktı... O ameliyattan geriye sadece parlaklığı ile övüneceği futbolcuların giydiği sarı lacivert forması kaldı...

Telefon


“Hadi baba geç kalıyoruz!...”

Kızına “Maça daha çok var.”diyesi geldi ama maçın önemi aklına gelince kızına hak verdi. Fenerbahçe şampiyonlar liginden elenmiş. Statü gereği UEFA kupasına kalmış ve İspanya’nın bir takımı ile oynayacaktı. Hafta arası olmasına rağmen stadın dolu olacağını düşündü. Allah korusun ya o kalabalık içerisinde kavga falan çıkarsa kızını nasıl koruyacaktı. Bir an bedeninde ve yüreğinde o çok bildik baba olmanın verdiği sorumluluk duygusunun tedirginliği dolaştı.

“Hadi babacığım ama...”
“Tamam, dur çekiştirme çıkıyoruz. Bu arada sıkı giyindin mi?”
“Her şeyimi giydim. Formamı, montumu, atkımı, eldivenlerimi bile... Hadi...”

Her şey üç sene önce üst komşularının taşınmasıyla başlamıştı. Mediha on bir yaşındaydı. Komşularının da onun yaşında bir kızı vardı. Kızlar mahallede kendi yaşıtları olmayınca birbiriyle çok iyi anlaşmışlar ve kaynaşmışlardı. Komşusu fanatik bir Fenerbahçeliydi ve kızı da babasına çekmişti. Mediha bu ailenin yemeyip içmeden Fenerbahçe konuşmasından çok etkilenmişti. Öyle anlatılabilecek bir etkilenme değildi. O uğursuz trafik kazası arkasından ameliyata girerken bile kızına bir isteğin var mı diye sorulduğunda “Fenerbahçe forması” demişti. Tedavisini yapabilmek için tayinini İstanbul’a istemiş. Ondan sonra Mediha arka arkaya birçok ameliyat geçirmiş. Bu sene ise artık eski sağlığına kavuşmuştu. Söz vermişti kızına onu bir Avrupa kupası maçına götürecekti. İşte o verdiği söz bugüne nasip olmuştu.

Stada geldiklerinde gözlerine inanamıyordu. Ortam insanı büyülüyordu. Herşey fantastik bir romanın sayfalarından dökülmüş ya da mükemmel bir aşk şiirinin içinden fırlamış dizeler gibiydi. Aslında Fenerbahçeli değildi. Gençlerbirliği’ni severdi ama Mediha yüzünden Fenerbahçe’ye sempati duymaya başlamıştı. Hatta tayin olduğundan beri iş yerinde diğer takım taraftarı arkadaşlarına karşı Fenerbahçeli olmuştu. Üstelik kızı yüzünden Fenerbahçeli olduğu sene Fenerbahçe şampiyon olmuş ve bu sene de Alex, Anelka gibi dünya yıldızlarını almıştı. Bu da işyerinde Fenerbahçeli olmasını etkilemişti.

Yerlerine geçtiklerinde yanındakilerle konuşuyordu. Bu arada sarı lacivert kartonlarla göze hoş gelen hareketler yapıyorlardı. Bir yandan da Mediha’ya bakıyordu. Küçük kız kendinden geçmişti. Şarkılar söylüyor. Açılan bayrakları gösteriyor. “Baba bak!” Her şey öyle güzel gidiyordu ki... Bütün gazeteler Fenerbahçe’nin kaç atacağını yazıyordu. Öyle ya oynadıkları takım İspanya liginde neredeyse küme düşecekti. Fenerbahçe ise yıldızlar topluluğuydu. Tam bir Fenerbahçeli olmasa da bugün bütün yüreğiyle Fenerbahçeliydi. Her şey bir yana en nihayetinde bir Türk takımıydı.

Maç başladı bir iki pozisyon oldu ama gol olmadı. Fenerbahçe kötü oynuyordu. Bir ara Fenerbahçe çok fazla köşe vuruşu kullandı. Duran topları çok iyi kullandıkları için gol gelir zannetmişti ama olmamıştı. Neyse ikinci yarı belki olur dedi. Bir gol de Mediha’ nın nasıl sevineceğini biliyordu. O yüzden Fenerbahçe bir gol atsın çok istiyordu.

İkinci yarı başladı Fenerbahçe bir iki gol kaçırdı sonra rakip takım kaçırdı. Kızının heyecanına o da ortak oluyordu. Bu arada Fenerbahçe bir gol yedi. Ortalık buz kesti. Yine tribünlerden cılızda olsa tezahüratlar yükseliyordu. Mediha’ya baktı. O sanki bir şey olmamış gibi yine bağırıyordu. Ona uymak istedi ama bulundukları yerde bir tek kızı haykırıyordu.“Fener gol! Gol! Gol!” hani uysa gülünç duruma düşecekti.

Bu arada yanındakiler “Marco yok o yüzden”,”Oynamıyorlar”, “Selçuk bir düzgün top atamadın be!”,”Serkan bir orta yapamadın” diyorlardı. Önce bulaşıcı bir hastalık gibi o homurdanma bir anda bütün tribünleri sardı. Sonra Selçuk her topu aldığında yuhalanmalar, ıslıklamalar başladı. O da kızını sevindirememenin verdiği hırsla yuhalamaya, ıslıklamaya başladı. Bu esnada Mediha’nın “Yapma baba” deyişlerini duymadı bile...

Bir ara Selçuk maçı bıraktı ve kendisini protesto eden tribünleri alkışlamaya başladı. Bu seferde tribünde yuhalamaya, ıslıklamaya “Beyler yapmayın” diyenler “Selçuk! Selçuk!” diye tempo tutmaya başladılar. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Mediha’yı fark etti. Kızı; o küçük ciğerleri patlarcasına avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Selçuk! Selçuk!”... Bir an her şey anlamsızlaştı. Ne maç, ne o görsel şovlar. O her zaman “Fenerbahçe” diye, “Baba beni maça götür” diye, kendisini parçalayan kızı her şeyi bırakmış kendisine bu üzüntüleri yaşatan takımın en kötü oyuncusu için bağırıyordu. Sustu. Sonrasını duymadı, görmedi.

Eve gelene kadar Mediha kendisiyle hiç konuşmadı. Annesi “Kızım geçmiş olsun, bir daha ki maç yenersiniz.” dediğinde “Tabi anneciğim bir daha ki maç yeneriz. Teşekkür ederim babacığım beni maça götürdüğün için... Yarın okula gideceğim artık geç oldu. Müsaadenizle ben yatacağım. İyi geceler” dedi. Mediha yattıktan sonra hanımı “Yazık! Sevinemedi çocuk...” dedi. Sonra ekledi. “En azından baba kız birlikte oldunuz”. Ertesi gün iş var diye düşündüğünde aklına arkadaşları geldi. Kim bilir nasıl kızdıracaklardı? Ne cevap verecekti. Ne söyleyecekti. Karma karışık duygularla yattı.

Sabaha karşıydı. Mediha’nın odasından gelen iç çekme sesleriyle uyandı. Kızı ağlıyordu belki bütün gece ağlamıştı. İçinde biriken öfke volkana dönüştü ve patladı. Kızını böylesine üzen Fenerbahçe’den nefret etti.

Ertesi gün iş yerinde de korktuğu her şey başına geldi. Kızdırmalar, laf söylemeler, takılmalar. En çokta diğer bölümlerdeki arkadaşlarının telefonları canını sıkıyordu. Öğle yemeği bir işkence olmuştu. İşte tam bu sırada cep telefonu çaldı arayan numara Mediha görünüyordu.
Kızının yenilgi üzerine odasında bütün gece ağladığını hatırladı. Sesini biraz daha sevecenleştirdi. “Buyur kızım” dedi.

“Bilmeni istedim babacığım. Her şeye rağmen inadına Fenerbahçe”
Ve telefon kapandı.

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

Selam olsun zamana…




Yemininden dönmeyenlere selam olsun.


Hocasını futbolcusunu yuhalamayana, ıslıklamayana, küfretmeyene selam olsun.

Fenerbahçe kavgasına sevdalılara, Fenerbahçe sevdası ile kavga etmeyenlere selam olsun…

Yıkıldım dendiği anda bir an olsun sevdasından vazgeçmeyenlere, en olumsuz koşulda bile sevdasına sığınanlara selam olsun.

Selam olsun bir yıl önce astığı bayrağını hala indirmeyenlere…

Selam olsun birlik ve beraberlik, tek yürek tek ses olmayı istemenin “tek tip Fenerbahçeli” demek olmadığını, Fenerbahçe’ye verilen koşulsuz desteğin Fenerbahçe’nin futbolcusu olduğu için, hocaya Fenerbahçe’nin hocası olduğu için verildiğini bilerek destekleyenlere selam olsun…

Fenerbahçe’nin en kötü günlerinde bile dimdik ayakta kalana selam olsun.

Küçük Yüreklerindeki büyük sevdalarıyla dünya da büyük takım adı altında en sıra dışıları bile küçümseyenlere selam olsun.

Bir selam da “Limon bile sattırılmayacak hocama”, “kazma denilen futbolcuma”, “suçlu ilan edilen yöneticime”…
Yüzüncü yılda bana Şampiyonluk yaşatanlar Allah sizlerden razı olsun…

Bir selam da antuda ki Polyannalar’a, Don kişot’lara, Showmen’lere, Edebiyatçı’lara, Şak şak’çılara, Hikayeciler’e, Çiçek’lere son güne kadar size edilen onca hakarete rağmen sarı lacivert çubuklunun ölümsüzlüğüne inandınız ya… Sadece Fenerbahçe isminin olması bile sonuna kadar benden desteği hak eder dediniz ya… Allah sizden razı olsun.

Selam olsun hepsine 7 sinden 70 ne bütün Fenerbahçelilere…
Müşterisine, seyircisine, taraftarına, tribüncüsüne selam olsun…

Şimdi zaman sistem zamanı… 4-4-2 mi olur artık 4-5-1 mi?
Şimdi zaman transfer zamanı… Kim gelsin kim gitsin kim kalsın seneye kim faydalı olur.
Şimdi zaman yönetimin yanlışlarını konuşma zamanı…
Şimdi zaman geçen sene taraftarın yaptığı hataları ortaya dürüstlükle, çekinmeden dökme zamanı…
Şimdi zaman adabı, usulü ile eleştiri zamanı…
İşte şimdi asıl her şeyi tartışma zamanı…

Selam olsun yüzüncü yıl marşını yazan Kıraç'a...

“Yüz yıl önce doğdu şanlı Efsane
Yüz yaşında mutlu ol Fenerbahçe”
Selam olsun zamana…

Son bir selamda Fenerbahçe Romantiklerine…
Konu Fenerbahçe ise yüzyıldır olduğu gibi realizm kaybetmeye her zaman mahkûmdur.

Şimdi, gelen ne güzel bir yaz ve müsaadenizle dinleneceğiz biraz…

Prometheus’un gözyaşlarından doğan Phoenix… v2



Mitolojide Prometheus, Zeus ve diğer Tanrılara karşı çıkan bir efsanedir. Prometheus bu karşı çıkışın bedelini çok ağır öder. Affetmez onu tanrılar. Kayalara zincirlerle bağlarlar türlü işkenceler yaparlar ve onun bu acıları çekerken döktüğü gözyaşlarıyla oluşan balçıktan insan oluşur. Efsaneye göre bunca gazaba rağmen Prometheus direnir. Tanrılara karşı mücadelesini sürdürür savaşır ve o savaşı kazanır. Diğer bir efsanede Phoenix’tir her 500 sene de bir küllerinden yeniden doğan kuştur…



Yukarıda kısaca özetlediğim efsaneler ne kadar tanıdık değil mi? Yıllarca Futbolun Tanrılarına karşı çıkan ve mücadele eden Fenerbahçe. Bu mücadele esnasında hiç kimse yok yanında. Tıpkı kendisi gibi Tanrı olan kardeşleri bile (diğer futbol takımları) ona karşılar. Onurlu ve tek başına…



Yıllarca önce Kadıköy’de bir maçtayız. Fenerbahçe yeniliyor. Tribünlerde gözyaşları içinde bir genç kameralar yakalıyor. Kahrolmuş. Küfredemiyor sevdasına sadece ağzından “Ne olur ya” dökülüyor. Kameralara sadece onu yakalıyor. O tribünde hepimiz ağlıyoruz. Ne hakem hatası umurumuzda ne de oynanan futbol. Sevdamız Fenerbahçe sahada ve biz sevdamız acı çektiği için ağlıyoruz. Ağladıkça daha çok seviyoruz onu…



İşte o gözyaşları ile doğuyor 2000’li yıllarda tribünde Phoenix kendi küllerinden ve dillerden düşmeyen slogan yazılıyor her yere “Efsane Geri Döndü” diye…



Geçen sene kaldığımız yerden başlayalım önce bir 14 Mayıs akşamı Anneler gününden. Gelin alayı gibiydi her yer ve herkes karanlığın devlerinin yıkılacağı son anı bekliyordu. El değmemiş lig isteyenlerin elleri dokunmuştu lige ve Şampiyon olanın bile Şampiyonluğuna sevinemediği bir son yaşandı. Güneşli günlere inanan on binlerce Fenerbahçeli yüreklerinde tsunami dalgaları, gözlerinde ise Muson yağmurları…Böyle başladık seneye kim kime neden kızdığını bilmeden.



Herkes bu depremin gözyaşlarının faturasını istiyordu. Ve o meşhur beste söyleniyordu. En kötü gününde dimdik ayaktaydık/ Yemin ettik biz bu sene herkes boyun eğecek Fenerbahçe’ye… Bir handikap da 100 ncü yıldı. Bir önceki sene yapılan haksızlıklar adına her şeyi istiyorduk ama her şeyi. Bir de bu her an kışkırtılmaya hazır istekler körüklenince, evet bu sene çok ama çok farklı olmalıydı. İşte o an da 14 Mayıs sendromu başladı.



Sonra yine aynı senaryolar yazıldı. Avrupa denilerek taraftarın beklentileri yükseltildi. Devamın da böylesine bir Fenerbahçe kötü oynuyor denilerek hocasına, futbolcusuna olmadık şeyler söylendi. Rakiplere yapılan hakem hataları halıların altına süpürülüp kapatılırken Fenerbahçe hakem hatalarıyla kazanıyor dendi. Oysa Fenerbahçe Dünya penaltı atmama rekorunu kırarken rakipleri 7 haftada 9 penaltı kullanma başarısını gösteriyor ve her maç penaltıcı bulmaya çalışıyorlardı. Her maç ceza üstüne ceza gelirken küfür edilen rakip takım statları kapanmasın diye kurallar değiştiriliyordu.



Fenerbahçeli futbolcu dokunmadan 3 maç ceza alırken küfreden tokat atan futbolcular 1 maçla geçiştiriliyordu. Adalet’in bittiği noktada kurbandı Fenerbahçe. Bağımsızlığından sorgu sual olunmaz Türk spor basını o günlerde kalemi yüreği gibi korkusuz olan birkaç cesur yürek dışında bunlardan tek satır bile bahsetmiyordu. Üstelik bırakın bunlardan bahsetmeyi o her türlü cephede savaşılarak kazanılmış eski şampiyonluklarına leke sürecek kadar iftira kampanyaları bile düzenliyorlardı. Tarihini veya efsane futbolcularını karalıyorlar bir Fenerbahçelinin inandığı değerler olan ne varsa sırf sevdasından çevirebilmek için karartıyorlardı. Neredeyse bütün futbol Tanrıları Fenerbahçe’nin karşısındaydı. Ve Fenerbahçe dayanamadı.



Kaybetmeye zayıflamaya başladı. Ve onunla birlikte 14 Mayıs’ın Faturaları da birilerine kesilmeye… Fenerbahçe sevdalıları olan biteni sevdalarına inanarak ona sığınarak, dudaklarını ısırarak seyrediyorlardı. Ve o tribündeki Prometheuslar yavaş yavaş gözyaşlarını akıtmaya başladılar. Kimi internette yemin etti birlik ve beraberlik adına namus ve şerefi üzerine… Kimi destek adına Samandıra’da Fenerbahçe’sine baklava yedirdi, kimi havaalanında Fenerbahçe’sini çiçeklerle karşıladı, kimi Fenerbahçe’si için geceden pankartlarını boyadı, kimi Fenerbahçesini desteklemek için Anadolu'dan daha sabah ezanı okunmadan yollara düştü, yurtdışından uçaklarla geldiler tek dertleri vardı Fenerbahçe. O günlerdir yönlendirilen, yanlı söylemler ve taraflı yorumlar ile unutturulmak istenilen Fenerbahçelilik Ruhu yeniden Phoenix oldu ve dirildi.





Şimdi ne söylerseniz söyleyin, ne yazarsanız yazın hiçbir sözünüz, hiçbir yazınız İzmir’de Başkan’ından futbolcusuna, hocasından taraftarına gözyaşlarıyla futbolun karanlıklarına güneşli günleri getirenler kadar gerçek olmayacak… Zaten o gözyaşları değil mi basitçe “sevda” denen bir kelimeyle tanımlanamayan, sığdırılamayan ve “İşte Fenerbahçeli olmak” böyle bir şey diye adlandırılan…



1+ 9 + 0 + 7 = 1907

Ankara


Edirne


Kastamonu


İzmir


Adana


Denizli


Van


Konya


Antalya


Perşembe, Nisan 19, 2007

Vurmuşum Sırtıma Fenerbahçe Sevdasını Eğer Çökersem Beni Doğuran Ana Utansın!...

Bana 4 sene önce Haluk Ulusoy Federasyon Başkanı ve Fenerbahçe ligin bitmesine 6 hafta kala 4 puan önde olacak ama taraftar oynanan futboldan memnun olmayacak deselerdi “Hadi kardeşim git işine başkasıyla dalga geç ya!...” derdim.

Ya da bana 15-20 yıl önce Fenerbahçe son 5 yıla damgasına vuracak deselerdi “Ah be kardeşim nerede o günler keşke görebilsek ne güzel olurdu” derdim.

Dedim ya çok da önemli değil benim gibiler için Şampiyonluk veya Kupa…

Ben bu sevdanın Yüzüncü Yılını gördüm ya gerisi benim için çok da önemli değil.

Yüzüncü yılını yaşadım ya…Bu sene de gördü ya seni bu gözler.
Tuhaf gelecek ama Rahmetli Anam göremedi. Amcam göremedi…

40 yıldır Fenerbahçe’min bir sezonu ne kadar kötü olursa olsun taraftarına bir zafer yaşatmadan geçirdiğini hatırlamıyorum. Mesela bu sezon mu böyle bir zafer mi? İtalya ligi ikincisi Palermo böyle bir zaferdi işte. Belki E.Frankurt’da öyle… Şimdi sıra o zafer haftalarını Türkiye’ye taşımak da…

İnönü denince baldırımda ki bıçak yarası izi ile o meşhur 2-2 ‘lik maç geliyor aklıma. Alpay'lı ya da sahte yıldızlara tokat gibi bir cevap olan "Hepiniz susacaksınız" diyen 2-0, Hadi hepsini geçtim Serhat’lı Tuncay’lı Şampiyonluk sarhoşluğum.

Ali Sami Yen denince aklıma gelenler ise daha çok… Aklıma purolu ve Ömer Çavuşoğlu’lu (Gazeteci- Sayın, Çavuşoğlu Fenerbahçe- Galatasaray maçları 3 ihtimalli biter demiştiniz böyle bir farkı bekliyor muydunuz? Ö.Çavuşoğlu- Efendim ben 3 ihtimalli biter demiştim. Yani 3-0, 4-0 ve 5-0) bir 4-0 geliyor ilk önce ve Ali Kırca’nın meşhur köşe yazısında söyledikleri “Ali Sami Yen’de Fener’den 4 yedikten sonra şimdi Galatarasay Şampiyon olsa ne olur olmasa ne olur?”, Ya size dakika 82 dersem veya Tuncay’lı bir baba hindi…

Hele Kadıköy’de Trabzon mu? Offf… Offf… Bir 4-2 var ki… Arif, Şenol Güneş’i sarı-lacivert forma önünde ilk önce secde ettirir sonra bakar Şenol secde de hata yapar bir daha ettirir sonra çıkartır geriye Arap İsmail acır ve takar ters köşeye… Hani bir de Aykut köşeye bir takar ki diyeceğim söz uzayacak.

Hadi bunların hepsi hikaye ve hatıralarla artık biz tarih olduk diyelim… Şimdi şu genç arkadaşlarımın Şampiyonluğa endeksli umutsuz mesajlarını okudukça eski dostlarımın bir kalemde sildiği ve hatırlamadığı geçmişi görünce…

Diyorum ki Farz edelim şu önümüzdeki yedi maçı da kaybettik.
Hatta diyelim ki UEFA’ya bile gidemedik.
Hatta yemediğimiz şey midir? Bu hafta G.Antep’ten de 5 yedik diyelim.

Var ya vurmuşum Sırtıma Fenerbahçe sevdasını eğer çökersem beni doğuran anam utansın!...

Her şeye, Herkese rağmen, Her zaman ve Her yerde İnadına Fenerbahçe be…

İnadına Fenerbahçe…

Salı, Mart 27, 2007

Sessizliğin Çığlığını Duyabilmek.

swqvtat
Son günlerde o kadar çok örnek gözümüze takılıyor ki Holiday Inn’ de ki o küçük kız çocuğundan,



Ufuk Bulut’a…



Bir çoğu farkında değil ama o sevda hepimizi aştı. Sessizliğin sesi artık bütün katışıksız eleştiri duvarlarını yıkıyor. Fenerbahçe sevdası artık devrimin eşiğinde… Kulaklarım da bir ezginin yankısı yüreğime çarpıyor.

Bu yolda ölenler oldu.
Mum gibi sönenler oldu.
Yar göğsüne baş koymadan,
Vurulup düşenler oldu.

Fenerbahçe’yi biz sevdalıları bırakın ne olur. Ne olur sadece 2,5 ay susun… Ne olur...

Ne sevmesini bildiler, ne de övmesini sadece eleştirdiler. Veya sadece beyinlerini masturbe ettiler.

Oysa biz tribünlere sadece galibiyetleri alkışlamak için değil mağlubiyetleri de omuzlamak için giderken onlardan bizimle alay edenler oldu.

Bazen diyorum ki keşke ben yukarıdaki Fenerbahçeliler gibi zihinsel özürlü olsaydım da öyle sevseydim Fenerbahçe’yi…

Anlamasaydım Fenerbahçe’yi seven birinin Fenerbahçe adı geçtiğin de futbolcusunu nasıl kötülediğini, eleştirdiğini ya da hocasını en acımasız şekilde nasıl göndermeye çalıştığını… Daha acısı keşke duymasaydım bunları yapanın da Fenerbahçeli olduğunu… Olmasıydı umurumda onların da Fenerbahçeli olduğu.

Ne yazık ki mümkün değil bu. Onları anlamam dinlemem de mümkün değil.

Onlar sevmesini bilemediler susmasına da bilmeyecekler biliyorum. Aslında biliyor musunuz tıpkı yukarıdakiler gibi onlar benim gibilerinde umurunda da değiller.

Çünkü ben ve benim gibiler Fenerbahçe’yi sadece Fenerbahçe olduğu için seviyorlar.

Ve şimdi diyorum ki ne olur bari bu sene bize bırakın Fenerbahçe’yi… Sadece Fenerbahçe'yi Fenerbahçe olduğu için sevenlere....


Sanalmış, tribünmüş ya da grupmuş falan hikaye şimdi onlar için gerçek bu ne yazık ki…

Yukarıda ki fotoğraflara iyi baksınlar söylediklerimiz ağırlarına gidenler. Çünkü onlar sessizliğin kulakları sağır eden bu çığlıklarını duymaktan aciz.

Ne mutlu bu sessiz ve sonsuzluğa giden bu çığlığı Fenerbahçeli olarak duyabilene...

Ne mutlu Fenerbahçe'yi böylesine sırf Fenerbahçe olduğu için sevebilenlere...

Perşembe, Şubat 22, 2007

Biz yemin ediyoruz. (Antu Duayenler Bildirisi)

Kurulduğundan yüzüncü yılına kadar olan gücünü sadece sevenlerinden alarak gelen ve son yıllarda ki yürüyüşü ile Türkiye’nin artık tartışmasız en büyük değeri olan Fenerbahçe Spor Kulübünün yüzüncü yılında yaşananları dehşete düşerek izliyoruz.

Geçtiğimiz on yıl içerisinde Türk Futbol Federasyonu ve ona bağlı resmi kurumları başta olmak üzere Fenerbahçe düşmanlığının ötesine geçerek Anti-Fenerbahçe taraftarlığı adına birçok olay yaşanmıştır. Türk Futbolunun en başındakilerin yaşattıkları bu haksızlıklara yıllardır Fenerbahçeliler haricinde hiçbir kulüp ve taraftarı tepki vermeyerek seyirci kalmıştır. Bu haksızlıkları yapanların bile yaptıklarını yeri geldiğinde unuttukları kirli oyunlar bir gün kitap haline getirildiğinde biliyoruz ki Türkçe de “Ansiklopedi” kelimesi gerçek anlamını bulacaktır.

Fenerbahçe karşısında el değmemiş bir lig isteyenlerin, kutsal ittifaklardan bahsedenlerin kendilerine Türk futbolundan yıllardır çekmedikleri kirli elleri gösterildiğinde sessiz kalmaları ne yazık ki Fenerbahçe taraftarı tarafından artık kanıksanmıştır. Fenerbahçe taraftarı bir taraftarın ömründe yaşayabileceği en kötü olay olan Şampiyon olanın bile hak etmediğini bildiğinden inanmadığı ve doğru dürüst sevinemediği 14 Mayıs 2006 tarihi ile Türk Futbolunda neler yaşanabileceğini görerek bu adaletsizliklere alışmış, alıştırılmıştır.

Çünkü Fenerbahçe Taraftarı artık bilmektedir ki Türk basınında yer alan tarafsızlık abidesi Fenerbahçeli olan yazarların neredeyse tamamı ne yüreklerine ne de kalemlerine forma giydirirler. Zalimin zulmüne sessiz kalanın da zalimden yana taraf olduğunu unutan bu dürüstler ordusu Fenerbahçeli basın mensubu olduklarını unutmuşlardır. Oysa diğer kulüp yazarları yürekleri ile kalemleri ile forma giymişler ve ne gariptir ki o giydirdikleri formalarıyla tuttukları takımı desteklemek veya yazmaktan çok Fenerbahçe’yi eleştirmiş, konuşmuş ve hatta bazen desteklemişlerdir. Kendilerine Fenerbahçeli medya denilmesinden utananlar asıl bu sözü anlamını geçen sene Ali Sami Yen Stadı basın tribünün de Fenerbahçe gol yediğinde hatıra fotoğrafı olarak çektirmişlerdir.

Nedense bu sene Türkiye liginde ceza sahasına girme ve hücum zenginliği yönünden en yüksek seviye de olan Fenerbahçe geride kalan 21 haftadır bir tek penaltı atmamıştır ama Fenerbahçe’nin forveti hep yetersiz olmuştur. Yüzüncü yılında Fenerbahçe’ye verilen disiplin cezaları ile diğer kulüplerin aynı olaylar karşısında verilen disiplin cezaları kara mizah dergilerine konu olacak şekildedir ama Fenerbahçeli futbolcular ve taraftar hep suçlu olmuştur.

Asıl önemlisi ise “Yorum” adı altında ki bu iftira yüklü taraflı yayınlara bazı arkadaşlarımızın da “Fenerbahçe’yi yuhalama, ıslıklama” türünde Fenerbahçelilikle hiç alakası olmayan bir şekilde gaflet içinde Taraftarlığın temel prensibi olan taraf olmaya ihanet ederek katılmalarıdır.

Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi “Ebediyete kadar muvaffak olacak…” ve çocuklarımızdan hatta torunlarımızdan bize miras kalan Fenerbahçe’mizin gelecek yüz yılda bu yüzyıldönümü akla geldiğinde ya da sezon sonu Fenerbahçe başarılı olduğunda bu arkadaşlar ile birlikte “Fenerbahçe’yi ıslıklayan yuhalayan Fenerbahçeli Taraftar” olarak hatırlanmak istemiyoruz.

Bu nedenle Fenerbahçe’nin 100 ncü yılında aşağıda ki yemini ediyoruz ve imzalarımıza yemin etmişlerdendir ibaresini ekliyoruz.

Yüzüncü Yıl Yemini

Her zaman desteklediğim Fenerbahçe’yi bundan sonra da desteklemeye devam edeceğime ve onu desteklemekten hiçbir zaman yorulmayacağıma,

Tribüne sadece galibiyete sevinmeye değil, mağlubiyetleri de omuzlamaya gideceğime,

Tribündeki şarkılarımı usulen değil yüreğimde ki sevdamı üstüne koyarak söyleyeceğime,

Fenerbahçe mi sahaya çıkarken alkışladığım gibi sonuç ne olursa olsun sahayı terk ederken de alkışlayacağıma,

Sahamın kapanmaması için elimden gelen her şeyi yapacağıma,

Rakip takım taraftarı da olsalar her zaman taraftarlık haklarına sahip çıkacağıma,

Başta görsel ve yazılı medya olmak üzere Fenerbahçe’ye zarar verecek her türlü olumsuzluğa karşı “Fenerbahçe yüreğimdir” diyeceğime,

Hiçbir ortam ve şartta Fenerbahçem ve onun sporcuları ile ilgili olumsuz ve kötü tek söz söylemeyeceğime,

Fenerbahçe’nin sonsuza yürüyüşünde asla onu yalnız bırakmayacağıma,

Yüzüncü yılında yaptığı müsabakalardan hiçbirini kazanmasa da, hiç kupa almasa da her zaman ve her yerde, hiç kimseye baş eğmeden gururla “Ben Fenerbahçeliyim” diye haykıracağıma,

Namusum, şerefim ve kutsal bildiğim tüm değerler üzerine Yemin Eder, And İçerim.


Pazartesi, Şubat 12, 2007

Yüzyıl Önce Doğdu Şanlı Efsane/Yüz Yaşında Mutlu Ol Fenerbahçe...


Yıllarca haykırdım. Fenerbahçe’min Marşı diyerek “Ne mutlu seni sevene” diye… Bir gün adamın biri çıktı ve bir marş yazdı. Göz yaşlarımı tutamadığım. Buram buram sevda kokan. Yaptığım ve yapılan bütün tribün bestelerini hiçe sayarak. Marş mı dediniz alın size sanatçı yüreğinden gelen Fenerbahçe ve onu anlatan bir marş diyerek.


Sen ki Kimsesizliğimdin.
Sen sonsuz Yalnızlığımdın.
Sen karanlık gecelerimin şafağıydın…
Sen can yoldaşımdın

Ve Koca çınar yüz yaşına vardın demek
Koca bir yüzyılı ezerek..

Sen mağlubiyetlerinde göz yaşlarımdın
Sen o kayıp giden yıllardaki umutsuzluğumdun
Sen arkadaş sohbetlerimde kırılganlığımdın
Sen üstüne titrediğim alınganlığımdın

Ve Koca çınar yüz yaşına vardın demek
Koca bir yüzyılı ezerek..

Sen galibiyetlerinde sevincimdin
Sen kupalarımda gururumdun
Sen Türk futbolundaki bu kirlenmemişliğinle Şerefim
Sen yüzüncü yılında ki bu karanlıklara mücadelenle Onurum
Sen benim her şeyimdin

Ve Koca çınar yüz yaşına vardın demek
Koca bir yüzyılı ezerek…

Ve o adam yok mu ah o adam…
Kapadı gözlerini tribünden gelen sevdasını öyle bir söyledi ki. Kapadım gözlerimi tribünden gelen o adamı dinlerken sevdama ben de ağladım. Keşke seni simdi sevdiğimden daha çok sevebilseydim. Keşke su an olduğumdan daha çok Fenerbahçeli olabilseydim.

Ve o adam yok mu ah o adam…
Yüreğimi yıkıyordu o dupduru sesiyle.
Senin alınan nefes olduğunu söylüyordu. Senin yarim asırlık ömürde çocukluğum olduğunu…Aşkını anlatıyordu derinden. Ve onun büyüklüğünü. Ne dağ kalmıştı ne de tas. Yüreğindeki sevdasını anlatıyordu. Bir yıldızlara ulaşıyor bir bana dokunuyordu.

Şarkısında, seni benden olmayanların anlamamasını anlatıyordu. Onu dinledim sabaha kadar. Sonra geçtim klavyenin başına bari hiç olmazsa sanalda sevdamı yazayım anlatayım dedim. Seni bende ne kadar seviyorum. Duysun beni cümle, alem dedim. Dudaklarımdan iki mısra düştü sadece…

“Yüzyıl Önce Doğdu Şanlı Efsane
Yüz Yaşında Mutlu Ol Fenerbahçe...“

Salı, Şubat 06, 2007

Bu da bizim tarihimizdi. "Fenerbahçe Karanlıkta…" (Sene 1987 Gazete manşeti)

Fenerbahçe Lig de dördüncü maçına çıkmış ve Eskişehirspor oynuyor. Maç İstanbul’da ve 4-0 mağlup oluyor Fenerbahçe. Eskişehir denince benim aklıma gelenler ise Eskişehir de ölümden döndüğüm 1-1 lik maç. Oysa üniversite yılları ve en samimi arkadaşım Eskişehir’li. Öyle samimiyiz ki eğer birimiz bir kız ile çıkacaksa o kız mutlaka yanında bir başka kız arkadaşı ile gelmek zorunda randevuya yoksa ikimiz içinde randevuya gitmek falan yok. Çünkü bizim birbirimizden ayrılmamızın imkanı yok.

O gün yemekhanedeyiz. Yemeğin orta yerinde dönüp de “Fener’e de nasıl koyduk” demez mi? Gözüm dönüyor birden ve perdem yırtılıyor. Sonra hiç sevmediğimiz adamlar bizi barıştırmak için araya giriyorlar. Kendime geliyorum ve ona bakıyorum. O da bana… Gözyaşları içinde sarılıyoruz birbirimize ve ertesi hafta birlikte Sakarya maçına gidiyoruz. Yine yeniliyoruz sonuç 2-0 …

Ve Fenerbahçe 5 maç sonunda 4 puanla ligde 16 ncı sırada… Biz ise her şeye rağmen Fenerbahçe’yi onunla birlikte sevmekten mutluyuz. Sevdayı doyasıya yaşıyoruz. Çünkü paylaştıkça çoğalan yeryüzündeki tek değerdir sevgi…Hele bir de bu Fenerbahçe sevdası olursa…

Oysa bir sene önce ki Fenerbahçe’ye bakarak gazete ve köşe yazarlarının istediği transferler yapılmış. Yapılınca da daha sezon başında herkes “Fenerbahçe Şampiyon” sözlerine inanmış. Özellikle de arkadaşlarımız. Sanki bu beklentileri yaratan bizmişiz gibi bu seferde hınçlarını bizim Fenerbahçe Şampiyon sözlü bestelerimizden çıkarıyorlar. Evet “Fenerbahçe Şampiyon ama seneye ikinci lig” de diye.

Yılmaz Yücetürk Eskişehir maçından sonra istifa etmiş. Yerine Necdet Niş getirilmiş dayanamamış o da istifa etmiş. Sakarya maçına Birol PEKEL ile çıkılmış. Birol PEKEL ise gazeteci ve sahaya fotoğraf makinesiyle çıkıyor. Taktik sistem falan hak getire… Maç sonu röportajı ise o günleri ve futbol cehaletini yansıtıyor “Maç öncesinde futbolculara haysiyetiniz şerefiniz varsa oynayın dedim. Çok üzgünüm. Demek ki şeref ve haysiyetle bu iş olmuyormuş”.

Taraftar ise her antrenman sonrası futbolcuları tartaklıyor. Hatta Fenerbahçe özel şirketlerden otobüs kiralayamıyor. Nedeni ise şirketlerden kiralanan otobüslerin camlarının kırılması…

Şubat’ta kongre var. Başkan adayları arasında Banker Kastelli diye tanınan Cevher Özden var. “Şartsız destek ile Fenerbahçe’yi kurtaracağını vaad ediyor”. Eski Başkanlardan Emin Cankurtaran yaşananları “Fenerbahçe’nin iyi hali” olarak yorumluyor. Fikret Arıcan ise “Bu yönetimin en büyük hatası Kayhan, İsmail, Hasan ve Erdi’ye evlenme izni vermesidir” diyor.

Biz göz yaşlarımızı içimize akıtırken böylesine kan ağlarken Yönetim Kurulunun en aktif üç üyesi milletvekili olmak için Ankara’da kendi işlerini takip ediyorlar. “As Başkan Yüksel Günay, Genel Sekreter Aziz Yılmaz ve Ogün Altıparmak” Başkan Tahsin Kaya ise “Namaz vakti gelmeden kılınmaz” diyerek kongre diyor.

O günde bizim gibi pollyanna'lar veya kör salak grubu yine dimdik ayaktaydık. Belki stad dolmuyordu ama biz “İnadına Fenerbahçe” diye haykırıyoruz. Ve beste kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bugün bazılarının "Şampiyon Fenerbahçem" diye söylediği bestenin aslı o günlere aittir ve şöyledir girişi…

“Ey büyük Fenerbahçem ne istersen iste benden
İstersen donatırım dört bir yanı bayraklarla
İstersen çınlatırım dört bir yanı şarkılarla
İstersen eğlenirim davullarla zurnalarla”

Şimdi bana doğru gördüğümüzü eleştirmeyelim mi, doğru bildiğimizi söylemeyelim mi diyerek sitem edenlere ben ne demeliyim? Sadece diyeceğim birinin dediği gibi "Her söylediğin doğru olsun ama Fenerbahçe'ye zarar verecekse her doğruyu söyleme"... Çünkü ben Fenerbahçeliyim, sen Fenerbahçelisin bizi bizden başkası anlayamaz.


Cuma, Şubat 02, 2007

Yoğurtçu Parkı



On beş sene olmuştu. Okul bitip İstanbul’dan ayrılalı. Okul yıllarında hiçbir maçını kaçırmadığı Fenerbahçe’nin son on beş senedir hiçbir maçını canlı olarak seyredememişti. Ne zaman ki özel televizyonlar maçları vermeye başlamış ancak o zaman televizyonda izleyebilmiş ve on beş sene boyunca bir kere olsun Fenerbahçe maçına gidememişti.. Tezahüratları veya tribün şovlarını hep televizyonda görmüş heyecanlanmış gurur duymuş. O okul yıllarında ki deli dolu günleri aklına gelmişti.

Yıllar sonra ilk defa bir fırsat doğmuştu. İstanbul’daydı ve ertesi gün Fenerbahçe’nin maçı vardı. Hem de ne maç…Türkiye Kupası Finaliydi ve Galatasaray’la oynuyorlardı. İçi içine sığmıyordu. Evet maç Olimpiyat Stadındaydı ama acaba 15 sene önceki yine gençler Fenerbahçe Stadının orada toplanıyor muydu? Hem stad vesilesi ile bir iki bira içerdi. Hem o günlerin hatıralarını tazelerdi.

İlk önce Kurbağalıdere’nin oradan geçti. Aklına o tuttuğu takımın büyüklüğünü anlatan söz geldi. “Kurbağalıdere’ ye Fenerbahçe’nin formasını assalar altına 15.000 kişi toplanır”. Gülümsedi sonra işte ilk taş yediği yer, ilk coplandığı yer 15 sene önce bütün yaşadıkları aklına geldi birer birer.

Gecenin içinde sıcak bir tezahürat çalındı kulağına. “Laciveeert ve Sarııııı Fenerbahçe bu alemin Kralıııı” . Yine oradaydılar evet 15 sene sonrası da hiç değişmemişti. Hemen sesin geldiği yere doğru yürüdü. Yoğurtçu Park’ında 10 -15 üniversiteli genç hem bira içiyorlar hem de tezahürat yapıyorlardı. Kiminin sarı tişörtünün önünde KFY, kiminin grup CK, kiminin fenerlist, kiminin arkasında armalı bir GFB yazısı vardı. Birahaneyi unuttu. Büfeden iki bira aldı. On beş sene önce toplandıkları köprünün arkasındaki duvara oturdu. Onların tezahüratlarını seyretmeye heyecanlarını hissetmeye devam etti. Gençler tezahürata bazen ara veriyorlar. Tartışıyorlardı.

- Lan biz manyağız be!…

- Niye Lan?

- Baksana Galatasaray’ lı bizim jenerasyondan olan yaşıtlarımız kaç şampiyonluk gördüler? Kaç kupa gördüler. UEFA kupasını bile gördüler. Ya biz? Ne gördük.

- Ya harbiden şimdi onlarda bizim gibi sabahlıyorlar mıdır?

- Yok be ya…Şimdi sıcacık yataklarında uyuyordur onlar.

- Bu bizim yaptığımızı nasıl tarif edersin Ağabey!

- Aşk Ağabeyciğim Aşk!...Fenerbahçe Aşkı!... Kahkahalarla gülüştüler ve yine başladılar. “Avrupa Fatihiymiş Galatasaray”…

Tatlı bir tebessüm yerleşti dudaklarına gülümsedi. Artık iş yarına kalmıştı. 22 yıl sonra kazanılacak bir kupayla gelecek mutluluk…

Ertesi gün stada girerken sarı lacivert formalarıyla piknik yapan gençleri gördü. Yine sarı lacivert formalarıyla stadın çevresinde tezahürat yapanlar vardı…Neredeyse bütün taraftarın üstündeki formalar sıfırdı. Eskiden bu kadar çok formayla maça giden yoktu. Zaten stad önlerinde satılan formalar bir giyimlikti. Alırdın bir kere giydin mi ya rengi solardı ya da yırtılırdı atardın. Oysa şimdi neredeyse bütün taraftar formalarını Fenerium’ dan alıyordu. Gazetede okuduğu kadarıyla sadece 2004-2005 sezonunda 19.000.000 ürün satılmış ve 16 milyon dolar gelir elde edilmişti.

Fenerbahçe’ye ayrılan tribünde yerini aldığında gördü ki 15 yıl sonra da değişen hiçbir şey yoktu. Aynı heyecan ve aynı coşku vardı. Çoğu tezahüratı bilmiyordu. Eskiden olsaydı nay naycı der ayıplarlardı. Şimdi de bu gibilere kolpa diyorlar diye aklından geçirdi. Fenerbahçe tribünlerin müdavimi olmak bir Fenerbahçeli için ayrı bir onurdu. Şimdi kombine kart olayı o kadar gelişmişti ki neredeyse çıkan kombine kartların tamamı tükenmişti. Artık büyük maçlar öncesi stad önlerinde bilet kuyruklarında sabahlamak kalkmıştı

O yıllarda her maçtan önce akşamları ayrı bir beste yapılır. Maç başlamadan önce beste tribüne öğretilmeye çalışılır. Sonra maç başlayınca daha ilk yarı bitmeden taraftarın sesleri kısılır herkes mecburen maçı seyrederdi. Şimdi ise kimse tezahürat yapmıyordu. Herkes stad hopörlerlerinden gelen müziği dinliyordu.

Takımlar sahaya bakmak için çıkarken tribünlerde bir hareketlenme oldu sonra ısınmak için sahaya çıktıklarında… Tam on beş sene önce olduğu gibi başladılar tezahürata…İlk başlarda sadece nay nay yapıyordu. Eskiden gelen tribün alışkanlığının da faydasıyla kıtayı ezberler ezberlemez. Hemen tezahürata katılıyordu.

Maçta Fenerbahçe saldırıyordu. Marco vuruyor kaleciden dönüyordu. Nobre vuruyor direkten dönüyordu. Selçuk vuruyor kaleci kurtarıyordu. Bir kontratakta Galatasaray gol atıverdi. Moraller bozulmuyor Fenerbahçe saldırmaya devam ediyordu. Tuncay kafayı vurduğunda gol diye ayağı kalktı ki top kaleciye çarptı. Yanındakine “Top bugün bizi sevmiyor” dediği an da yine ani bir atakla Fenerbahçe golü yedi. Artık 2-0 dı. Yine de Fenerbahçe saldırıyordu. Alex’in kornerine Luciano’na kafayı öyle bir yere vuruyordu top kaleciyi geçiyor ama bu sefer defans oyuncusu topu çizgiden çıkarıyordu. Böyle bir şans olmaz derken yine bir kontratakta Rüştü’den dönen top Deniz’e çarpıyor gol oluyordu. Güya Fenerbahçe 3-0 mağluptu ama sahada Galatasaray var mıydı? Yok muydu? Belli değildi. Marco vuruyor Tuncay kafasını uzatıyor top yine kalecinin parmaklarına çarpıyordu. Dönen topu bu sefer Alex ortalıyor ve nihayet Luciano kaleye girmek istemeyen topu artık ağlara gönderiyordu. İlk yarı biterken Tuncay bir kafa daha vuruyor o da girmiyordu. İlk yarı 3-1 bitmişti.

Fenerbahçe tribünlerinde bir karamsarlık yoktu. Çünkü sahada bir tek takım vardı Fenerbahçe. Ve o Fenerbahçe geçmişte böyle çok maçı kazanmasını bilmişti. İkinci yarı başladığında Fenerbahçe taraftarı hiç susmadan devam ediyordu. Takımda taraftara uymuş saldırdıkça saldırıyordu. Olmuyordu ya kaleciye çarpıyor, ya da top kendisinin vurulduğu yere değil de fizik kurallarına aykırı yerlere gidiyordu. Onlarca pozisyon kaçıyordu. Artık Galatasaray kupayı alabilmek için vakit geçirmeye çalışıyordu. Galatasaray tribünleri ise 3-1 olmasına rağmen maçın her an değişebileceği tedirginliği içerisindeydi. İşte tam bu sırada yine bir kontratakla 4 ncü gol geliyordu. Galatasaray seyircisi maçın bitimine 20 dakika kala gelen bu golle birlikte ilk defa taraftar gibi tezahürata başlıyordu.

Fenerbahçe tribünlerinde artık maç gitti diye bir umutsuzluk ve kupayı kaybetmenin verdiği hüzün rüzgarları esiyordu. Herkeste bir suskunluk dalgası oldu. Onun durumu daha da kötüydü. On beş sene olmuştu Fenerbahçe’sini seyretmeyeli ve Galatasaray gibi bir takıma bunca senedir görmediği bir şekilde yeniliyordu. Bir an içi daraldı. Burkuldu. Çöktü olduğu yere…Boğazına bir yumruk yerleşti yutkunamadı. Boş gözlerle sağına soluna bakındı. Utandı ağlayamadı.

Sonra biraz ilerde, o dün gece Yoğurtçu Parkında ki gençleri gördü. Bir ikisi üzüntüyle elleriyle yüzlerini kapamışlar. Bir ikisi ise acı dolu ifadelerle gözleri dolu dolu onun gibi boş boş bakıyorlardı. İşte tam o sırada “Aşk bu ağabeyciğim Aşk!... Fenerbahçe Aşkı” diyen genç sağ kolunu kaldırdı ve haykırmaya başladı.

“Fenerbahçeeee Sen Çok Yaşaaaaa, Canım Fedaaaaa Olsun Sanaaaaa…”

Diğerleri de ona katılmaya başladılar. O ateş bir an da dalga dalga yayıldı tribüne… O gencin yüreği kıvılcım olmuş ormanı yakıyordu, yanan orman da onu… Galatasaray seyircisi şaşkınlıkla Fenerbahçe tribünlerini seyrediyordu. Anlamamışlardı. Gerçi onlar bir Fenerbahçelinin Fenerbahçe’yi sevmesinin ne demek olduğunu yüzyıldır anlamamışlardı. Bir yüzyıl daha geçse yine anlamayacaklardı.

Kupaları, meşhurları, rekorları, seyircileri, hikayeleri, medyaları evet her şeyleri olabilirdi ama bir Fenerbahçelinin Fenerbahçe’yi seven o taraftar yüreği yoksa aslında hiçbir şeyleri yoktu.

İki stad, tek yürek...






Yıl 2000 Ankara Fenerbahçeliler evinde şifreli kanalda maç izliyoruz. Antep deplasmanın da Fenerbahçe ve Fenerbahçe taraftarının olduğu bölüm çoşmuş. Yanıyor Fenerbahçe tribünü… Gururla 1980 li yıllarda lise-üniversite çağlarında bizim yaşadığımız ve şimdi kardeşlerimizin yaşattığı tribünü gözlerimiz geçmişe dala dala seyrediyoruz. Bir pankart var tribünün orta yerinde “www.fenerlist.org”. Ve Fenerbahçe yeniliyor ama Fenerbahçe tribünü susmuyor.

İnternet o zaman bizim içinde yeni bir şey sağdan soldan bulduğumuz paket şifreleriyle 10-15 kişi aynı paketten bağlanıyoruz. Kafamızda o zaman bir de “İnternet şifresine para mı vereceğiz. Zaten telefon parası ödüyoruz ya” var. Hotmail’den mail adreslerimiz var, bir de unutmadan alta vista en iyi arama motoru o zaman. Arama motoruna Fenerbahçe deyince de o adres çıkıyor. Tabi adresi görünce “Helal olsun be Fenerbahçe internet te web siteside yapmış” diyoruz. Sonra siteye girince durum farklı ve “Ula bu ne ola ki” diyoruz. Üye olmanın imkanı yok. İlla da paralı mail adresi veya referans. Üye sayısı yer alıyor o zaman sitede toplasan 300 küsur kişi. Ulan bu zenginler grubu yine ele almışlar Fenerbahçeliliği bizi dışlamışlar diyoruz. Ve için için kızıyoruz tabi ki… O zaman internet pahalı paketi pahalı dolayısıyla paralı mail adresi de alamıyoruz kısacası olamıyoruz bir türlü üye…Bu arada bir de antu.com var. İşte kanımızın kaynadığı bir site ne ararsan var bu sitede de güzel fotoğraf şarkı falan ama bir de onları yükleyebilsen veya indirebilsen. Zırt pırt kesiliyor hat hadi bir daha saatlerce bağlan tonla fatura parası…

Bu arada yıllar sonra Fenerbahçe almış başını gidiyor. Lig de ezeli rakibiyle kafa kafaya çekişiyor. O meşhur Rize maçı geliyor. Takım Rize’de berabere kalmış puan farkı falan kapanmış. Ezeli rakip üfürmelerle 4 sene üst üste şampiyon olmuş. Şampiyonlar liginde Chealse’den 5 (beş) yeyip UEFA’ya kalmış. Sonra UEFA’yı falan almış. Sorduğunuz zaman geçen sene UEFA’yı kim aldı diye bilmeyen, bilemeyen insanlar. Her iki lafın başı UEFA kupasını aldık ya artık biz şöyle tanınıyoruz böyle tanınıyoruz edebiyatlarında… Spor programlarında bu puan kaybının Fenerbahçe’yi ligden uzaklaştıracağını ve sanki bulunmaz hint kumaşı olan ezeli rakibin çok rahat Şampiyon olacağını falan söylüyor. İşte tam o gece yarısından sonraki haberleri seyrediyoruz. Bir son dakika haberi. Sabiha Gökçen yanıyor. Fenerbahçe taraftarı Rize ‘de berabere kalan takımını havalanın da çiçeklerle, meşalelerle karşıladı. Görüntüler de yine o pankart “http://www.fenerlist.org”/

Eh artık bizim için şart oldu. Böylesine büyük yürekli ve takımına her zaman her koşulda inanan Fenerbahçelileri tanımak. Neyse birilerini buluyoruz fenerlist’e üye oluyoruz ama sorun biz İstanbul da değiliz ki o sıralar Ankara’dayız. Bir şekilde ankarafenerlist’i buluyoruz ve Gaziantep maçını İstanbul’a gitmeyenlerinin Ankara Başkent sinemasında seyredeceklerini öğreniyoruz. Gidiyoruz sığışıyoruz yanlarına usulca bu arada millet bizi tanımadığı için soruyor “Forumdan mı?” Bizse artık onlardan biriyiz ya gururla cevaplıyoruz “Yok fenerlistten” diyoruz. “Hoş geldiniz” diyorlar bu arada “antu.com” asıl işlevinin öyle fotoğraf şarkı falan değil bir forum olduğunu falan da öğreniyoruz.

Neyse maç başlıyor ve Antep “3-0” öne geçiyor. Bakıyorum hiçbiri küfretmiyor. Hiçbiri beddua etmiyor futbolcusuna takımına… Bir kız çocuğu var en önde sessiz sessiz ağlıyor. Normal kahvehane insanı gibi değiller farklılar. Neredeyse bir aile ortamındalar. Sonra biri kalkıyor “Ben internet kafeye gidiyorum ağabey foruma topik açacağım” diyor. Ne yazacaksın diyorlar. “İnanıyorum biz bu maçı alacağız” diyor. Harbiden normal değiller. Devre arası yorumculara bağlanırken tribünlerden gelen sese eşlik etmeye tezahürat yapmaya başlıyorlar belki onlardan daha fazla bağırıyorlar. “Bizler inandık sizde inanın”. Biz de kendimizden geçiyoruz katılıyoruz bu çoşkuya. O an inanıyoruz. O sahadaki 11 adam sesimizi duymasalarda, bizi görmeselerde, yüreklerimizi duyacaklar.

Maç Başlıyor arka arkaya geliyor goller. Ve nihayet spiker ölene kadar unutmayacağım o cümleyi haykırıyor. “Rapaiç atıyor 4 oluyor sayın seyirciler. Ve Rapaiç atıyor 4 oluyor.

Düşünün şampiyonluk mücadelesi verdiğiniz takımın herkes yanında. Federasyonu, siyasetçisi, yorumcusu, gazetecisi… Ama siz bütün bunlara karşı yine de sadece sevdanıza inanarak mücadele ediyorsunuz. Çünkü sizde onlarda olmayan bir şey var Fenerbahçe’ye sevdalı yüreğiniz. Bir Fenerbahçelinin Fenerbahçe’yi seven yürekleri yoksa hiçbir zaman, hiçbir şeyleri olamazdı.

O sene bütün her şeye rağmen biz Şampiyon olduk bu birliktelik, bu heyecan, bu inanmışlık ve bu çoşku bize Şampiyonluğu getirdi. Şimdi hala o 300 kişiden kimler kaldı bilmiyorum açıkçası ama bildiğim bir tek şey var. O zaman 300-500 kişiydik oysa şimdi. Biz bu Şampiyonluğu yine taraftarlığımızla alırız yeter ki hepimiz yüreğimizle inanalım.

Antuda bir topik var.
En büyük ceza "birlikteliğimiz"tarafsız saha maçında stada dev ekran.Biletli seyirci. Geçen sene Şampiyonluğumuzu çalanlara, çocuklarımızın hayallerini yıkanlara bu sene de aynı senaryoyu tezgahlayanlara en güzel cevaptır. Biz bu zaferi daha önce hep birlikte kazandığımızı gördük, yaşadık. Yine kazanırız. Yeter ki İnanın...

Eleştir Git Kardeşim...






Kahvehanenin camlarında ki buğu artık su damlalarını dönüşmüştü. Ne dışarıdan içerisi ne de içerden dışarısı görülüyordu. Dijiturk son kıyağını bize çekmişti. Salı günü çıkan lodos anteni oynatmış sözleşme maddelerinde olmasına rağmen gelip bakmamışlar onarmamışlardı. Televizyon göstermiyordu. Her maç öncesi aksatmadan maç sonucu için beni arayan Evlâd-ı Fâtihân ’lardan (Bazıları nick’imizin altına yazdığımız onurla, gururla, şerefle taşıdığımız bu sıfatımızdan çok rahatsız olmuşlar. Aslında rahatsız olmalarına hiç gerek yoktu. Biz bu kadar Ermeni’nin yaşadığı bir ülkede rahatsız olmadık ki böylesine demokratik bir ülkede biz Türklerin de olmasında bir sakınca yok değil mi?) 6Kasım2002 yardımcı olmaya çalışıyor ama nafile dijiturk her zaman ki gibi dertten anlamıyor.

Neyse lafı uzatmayalım kahve milleti insanı malum. Bizim Fenerbahçeliler daha ilk nakarat da başladı. Sahada oynayanlardan küfredilmek hiç kimse kalmadı. Rakip takım taraftarları ise malum futbol töreleri gereği. “Şimdi atarsınız bu kötü oyunla alırsınız maçı ya da hakem el mel penaltı falan geçer size bir kıyak falan”. Sanki Federasyon Başkanı benim. Aslında fena fikir değil ama Federasyon Başkanı ben olsam Galatasaray’a yapacaklarım ki vicdanım ve her şeyden önce insanlığım nedeniyle Haluk Ulusoy’un Fenerbahçe’ye yaptıkları yanında solda sıfır kalırdı hadi ona da neyse…

Volkan o golü yeyince hemen kahvenin köşedeki internete girdim. Onlarca küfürün arasında topiğimi açtım antuya… ”
Hata futbolun içindedir. Volkan sana inanıyoruz.” Biliyorum Volkan’la beraber ben de linç edilecektim. Başıma gelecek her şeyi eleştiri adı altında söylenecek her şeyi biliyordum. Üstelik daha ağırlarını kahvedekilerden duyuyordum. Korkmuyordum, çünkü benim Fenerbahçe sevdam onların her sözünü kaldıracak kadar büyüktü. Yürekliydim. Hani bazıları fikir aşamasını geçipte bize saldırsa da dimdik tek başıma ayakta kalacağımı biliyordum. Çünkü ben Fenerbahçe’yi sadece Fenerbahçe olduğu için sevmiştim. Daha kurulurken diğerleri misyonerlik faaliyetleri ile uğraşırken, ya da saray’a yalakalıklarıyla yaşarken. Ben Fenerbahçe'yi Fuat Hüsnü’ lerin, Dalaksız Hüseyin’lerin Siyah Çoraplıları ile Abdulhamit’e ilk direnmesinde Çanakkale’de Arif ile Kurtuluş Savaşında “İstiklal Yolu”nda ölümü göze aldıkları tarihiyle sevmiştim.

Bir kaleci değildi önemli olan Fenerbahçe’nin “1” numarasıydı. Efendim deve yüküyle katır yüküyle, para alıyormuş. Hakkı yokmuş falan filan. O benim sorunum değildi. Neredeyse 40 yaşı geceli çok oldu. Hiçbir zaman futbolcunun profesyonelliğiyle Taraftarlığımın amatörlüğünü veya Fenerbahçe Romantizmimi kirletmedim. Yoksa kimler giydi o formayı kimler çıkardı ve ne kadar kazandılar Fenerbahçe’nin sırtından ama benim unutmadığım tek değer orada duran hep o Fenerbahçe’nin formasıydı. İnsan sevdasına nasıl küfreder anlamam. Bu yaştan sonra da anlayacağımı da zannetmiyorum.

Ertesi akşam Uludağ’da bir dostumun yemeğine ailecek davetliyiz. Salon hınca hınç dolu..Gelenlerin bir çoğu iş adamı ya da bürokrat. Son zamanın moda sanatçıları da var yemekte. Galatasaray ikinci golünü atınca bir sevinç havası dolaştı salonda… Ben tebessümle karşıladım bu sevinç dalgasını öyle ya galiptiler puan farkını azaltmışlardı sevinmek onların hakkıydı. Büyük kızım döndü.
- Baba dün antuya girdin mi?
- Girdim.
- Ne yazdın?
- Maçı seyrederken bir tane Volkan’a sahip çıkmak için bir iki satır yazdım Bir de sabah karşı Gökhan amcanın babasının Hacı olmadan önce Fenerbahçe ile olan vedasını yazdım.
İlk önce yemek yediğimiz salona baktı. Salon hala Galatasaray’ın galibiyeti ile çalkalanırken birden bağıra bağıra söylemeye başladı.

-
“Seni sevmek deli gibi yürek ister
bu kalpler bir tek sende titrer
bir Allah'ım olsun
bir de sen ol Fenerrr”


Abartmasız salondaki herkes dönüp ona baktı. On beş yaşındaydı. Belki sadece lise talebesiydi. Belki sadece küçük bir kız çocuğuydu. Sonra dili döndüğünce yedi yaşında ki kardeşi katıldı ona…

Sonra ben bu yaşları küçük, Fenerbahçeli yürekleri büyük kızlarımın sevdalarına sığındım. Ve onların Fenerbahçe sevdalarına duyduğum gururla haykırdım.

Seni sevmek deli gibi yürek ister,
Bu kalpler bir tek sende titrer,
Bir Allah'ım olsun,
Bir de sen ol Fenerrr…


Ey eleştirmen ağızlı şimdi gönder kimi istersen bize ne kupa, ne galibiyet ne de Avrupa da başarı, Fenerbahçe’ye duyduğumuz sevda yeter.

Fenerbahçe’yi sevmek mi? Fenerbahçe’yi sevmenin anlamını ancak sevenler bilir.



Biz önümüze geleni küçümseyip sağa sola ceket verip oradan buradan çakmak toplarken Galatasaray maçı gelip çatmıştı. Bizim Galatasaray’ı zaten herkes bilir. Kadıköy de Galatasaray Fenerbahçe’yi yeneceğini vaad eden bir siyasi parti Türkiye’de ki bütün Galatasaraylıların oylarını alır. Diğer yandan artık günümüzde Galatasaray’ın Kadıköy’de Fenerbahçe’yi yenme ihtimali matematik ve istatistik biliminde ki bugüne kadar ispatlanmış ve kanunlaşmış olasılık hesaplarının yeniden keşfedilmesine neden olacağını bütün dünya kabul etmiştir.

Yine de Fenerbahçeli Kadıköy’de oynanan bu ezeli komik ve ebedi eğlence Galatasaray maçlarına gider. Fakat bu gidişin nedeni mantıksal değil romantizmdir. Temelinde ise galibiyetten ziyade hayatın içinde dur durak bilmeden yaşanan kötülüklerin yenilen kazıkların ihanetlerin intikamıdır. Amaç yılın bir günü de olsa Şükrü Saracoğlu’nun yürek yangını aydınlığında sarı lacivert formasını giyerek “Kazanmak için her şey mübahdır” a uzanan karanlık, kirli ve iğrenç bir zihniyetin çöküşünü seyretmektir. Fenerbahçeli için Galatasaray maçları bir ibadettir. Sevdanın ve güzelliklerin, mantığa ve kirliliğe zaferidir.

Üç katlı apartman balkonun altında soğuktan buharlaşan nefesimizle onu bekliyorduk. Bir hafta sonra Hac’a gidecek ve hacı olacaktı. O nedenle gelip gelmeyeceği belli değildi. Malum insan hacı olmak için yola çıkmadan önce ailesiyle, akrabalarıyla, arkadaşlarıyla ve dostlarıyla helalleşir, vedalaşır. Onun ise vedalaşmadığı ve helalleşmediği bir tek şeyi kalmıştı Fenerbahçe. O gün bugündü.

Bizim heyecanlı duruşumuz onun sessiz sedasız aramıza katılmasıyla dinmemişti. Gülümsüyordu 70 ne merdiven dayamış ihtiyar Fenerbahçeli. Bir hafta sonra Mekke yollarında olacaktı. Bizim anadan üryan küfürlü tezahüratlarımıza gülümsüyordu. Arsızdık ayıp duvarlarını zorluyorduk. Kimler yoktu aramız da Profesörler, bürokratlar, iş adamları, askerler, doktorlar, öğrenciler, öğretmenler ya da işçiler kenetlenmiştik. Öyle elittik ve öylesine sıyrılmıştık ki bir sevdanın ateşinde… Yanıyorduk yakıyorduk. Bize bakan kem gözler sadece “Ne olacak işte Fenerbahçeli taraftar” diyordu. Oysa bizim toplum içerisinde bizi böyle değerlendirenleri odamıza almayacak, muhatap olmayacak veya bir başka deyişle dikkate kaile almayacağımız kadar makam ve saygınlık gibi bir lüksümüzde vardı. Bizim gibileri kucaklayan ve eriten tek değer ise sarı lacivertli çubuklumuz ve Fenerbahçe’ydi. Neredeyse bütün arkadaşlar gülümsüyordular bu bakışlara sevdamızın büyüklüğü ile övünerek…Onlar anlamayacaktı bizi nasıl olsa biz de anlatamayacaktık Fenerbahçe sevdasını.

O ise her halimizde suskundu. Sadece bize bakıyordu. Kim bilir belki de düşünüyordu. Nereden nereye gelmişti taraftar anlayışı… Eskiden fanatizm denen şeylere artık bazıları için inadına romantizm olmuştu. Aşk diyorlardı. Sevda diyorlardı. Gözleri karartıyorlardı. Tek inanç tek değer vardı o da Fenerbahçe. Öyle ya ön koltukta tek başına oturan genç kıza baktı. Onca erkeğin arasında dolaşma kimine göre ayıp sayılırken o kızcağız her şeyi göze alıp 600 km yol teperek Fenerbahçe’sine gidişine baktı. Hem de kardeşim dediği ve kendisini kardeşim diyen insanlarla…Böyle bir şeydi işte Fenerbahçe’ye sevdalanmak.

Stadın önüne geldiklerinde Otobüs’ten indi. Kimi duasında, kimi alkolündeydi. Üstelik herkes birbirini kardeş gibi görüyor birbirine sarılıyordu. O ise huşu içinde bir kez daha tekrar ediyordu “İyi ki Fenerbahçeliyim be iyi ki buradayım”. Kimsenin farkında değildi. Kimseyi görmüyordu. Kimselerde onun Hac’a gittiğini bilmiyordu. Fenerbahçeli olması sadece orada varolması için yeterdi. Çünkü Şükrü Saracoğlu mabedinde herkes bir mistisizm içinde kendinden geçmeye gelmişti. O ise aynı mistisizmle tek bir şeyi bekliyordu. Hacı olmadan önce Fenerbahçe’si ile vedalaşmasını…

Onları gördü ilk önce sahayı çıkışlarını, sonra Fenerbahçe’sini seyretti. Ve birden Fenerbahçe nin attığı ikinci gol sonrası Migros Açık tribünde ortadan kayboldu. Onu göremeyince oğlu dahil geldiği otobüste ki bütün insanlar birden golün sevincini unutup telaşlandılar. Onu büfelerin önünde buldular belli ki 70 lik ihtiyar hacı olmadan gözüne kaçan sigara dumanını saklamak için kaçmıştı.

Kimileri için Fenerbahçe’yi sevmek ibadetti ve bunu sadece Fenerbahçe’yi her şeyiyle seven Romantikler anlayabiliyordu…