Pazartesi, Temmuz 17, 2006

Son Yazım Antu Haftanın Konusu "Aklım Doğru, Yüreğim Yanlış"


Son yazdığım yazı Fenerbahçe taraftarının resmi sitesi www.antu.com da Haftanın Konusu oldu. Siz de konuya yorumlarınızla katılabilirsiniz.


Antu Haftanın Konusu "Aklım Doğru, Yüreğim Yanlış"

Yeni sezon uygulamalarımızdan biri olan, "haftanın konusu topiği" bu hafta, geçen yılın Antu Üyesi ödüllüne sahip olan duayen üyemiz Sakura tarafından açıldı. Topiğin adı; Antu Ana sayfa konusu: "Aklım Doğru, Yüreğim Yanlış"... Son günlerde Ülker ile yapılan sponsorluk anlaşmasının taraftarlarımız üzerinde yarattığı etki temelinde, bir taraftarlık tanımı, özellikle Fenerbahçe taraftarlığı tanımı üzerinden, Endüstriyel futbolun romantik taraftara etkisi üzerine analizler yapılan bu güzel yazı, bu haftanın gündemini oluşturuyor. Siz de, topiğe görüşlerinizi yazarak katılabilirsiniz. İşte Sakura'nın topiğe attığı ilk mesaj:

"Aslında Fenerbahçe Taraftarının kafasını bugün en çok karıştıran konu yeni transferler değildir. Fenerbahçe'nin yüzyıllık alt kültüründen doğan kimliğine olan bağlılığın sorgulanmasıdır. Sportif başarı ile bir taraftar kitlesi yaratabilirsiniz (bunun örnekleri de mevcuttur) ama bir alt kültüre dayalı bir taraftar kimliği oluşturamazsınız. Bir başka deyişle sportif başarıyla ancak bir taraftar profili oluşturabilirsiniz ama bununla bir taraftar kimliği yaratamazsınız. Çünkü sportif başarıyı kaybettiğinizde yaratığınız taraftar profilini ki bu seyirciden öte olmayan bir kitledir kaybedersiniz.

Taraftar, alt kültüre dayalı olarak oluşmuş kimliğini büyük bir romantizm ile taşır. Zaten bu kimlik taşıyan romantizm sürekli kulübüne gelir sağlar. Romantizmi gereği karşılıksız sevdiği için verir. Önemli olan başarı değildir onun için kulübüne duyduğu sevgidir. Hiç bir başarı bu kimliğin ona verdiği hazzı, tatmini yaşatamaz ve hiçbir kupa da bu kimlik özdeşleşmesinin yerini tutamaz. Bu kimliğe sahip olmadan sportif başarıyla oluşan seyirci kitlesi kendisinin oluşumuna etken olan neden ortadan kalkınca kısacası başarısızlıklar ard arda sıralanınca dağılmaya başlar. Bunun da örnekleri mevcuttur. O yüzden takım tutmakla aynı takımdan olmak arasında bir fark vardır. Fenerbahçe taraftarının neredeyse çoğunluğu takım tutmaz sadece Fenerbahçelidir.

Taraftar ile seyirci arasında ki fark yani işin diğer yüzü ise aslında birçok kişinin görmek istemediği veya bazı mensupları ile yöneticilerin seyirciyi müşteri olarak değerlendirdiği sağlanan gelir konusudur. Romantikler kendilerini müşteri olarak görmezler. Müşteri değildirler oysa sportif başarıya endeksli seyirci başarıyı karşılıksız ister. O başarı varsa vardır. Takım kötü oynarsa başarı yoksa seyredecek bir şey yoktur. Kısacası kendisi müşteri olduğunu bilir ve müşteri gibi davranır. Amacı en ucuza kendisine en çok fayda sağlamaktır.

Romantik taraftar ise farklıdır. Müşteriliği kabul etmez ve kendisine bu tür yaklaşımları sindiremez. Onun için başarının önemi yoktur. O doğal bir romantizm ile takımını sevmektedir ve takım iyide olsa kötü de olsa ona karşılıksız vermeye taraftır. Bunu yapmakta onun için çok doğaldır çünkü verdiği zaten aslında ondan başkası değildir. Gelir sağladığı onun takımıdır ve kendisidir. Spor kulüplerinde gelir varsa ekonomik büyüme vardır. O yüzden seyircisi çok olan değil taraftarı çok olan kulüplerde ekonomik büyüme olur.

Sportif Başarı olduğu sürece gelen taraftar bir ölçüde gelir kazandırır. Ama başarıda sürekliliği sağlayamazsanız, taraftarı kaybedersiniz. Kaybettikçe gelirleriniz düşer. Romantizmi olmayan taraftarın takımı çok kötü durumdayken gelip kombine alacağını veya ürün kullanacağını düşünebilir misiniz? Bu geliri ancak alt kültürden gelen ve kimliği olan bir taraftar grubu yapabilir.

Nitekim Fenerbahçe daha üç beş yıl öncesinde futbol takımının en kötü sezonlarından birini yaşarken ürün satışlarında ki artışının sebebini araştırmak isteyen Real Madrid yöneticilerinin gelip kulüp gelirlerini incelenmesinin nedeni budur. Fenerbahçe taraftarı bir yüz yıllık alt kültürden gelmiştir. Bir kimlik sahibidir ve bu kimlik sportif başarıyla gelen bir kimlik değildir. Fenerbahçe taraftarının en küçüğüne bile sorsanız General Harrington Kupasını bilir. Kurtuluş Savaşında Fenerbahçe'nin oynadığı rolü bilir. Zaten kulübün kurulurken ki tüzüğüne baktığınızda Fenerbahçe'nin alt kültürünü daha kurulduğu gün belirlenmiş ve bu kimlik yüzyıl taşınmıştır.

Bugün birçok kulüp gelirlerini arttırmak için sponsorluk anlaşması yapmaktadır. Kimi isminin önüne sponsorun ismini almaktadır. Yimpaş Yozgatspor, Vestel Manisaspor, Pınar Karşıyaka gibi. Bu takımlardan bazıları ismi ile anılırken bazısı sponsorun ismi ile anılmaktadır. Mesela Manisaspor'un adı, sponsoru Vestel kadar pek kullanılmazken, Yozgatspor adı ise sponsoru Yimpaş'tan daha çok kullanılmaktadır.

Zaman ne gösterir bilinmez ama Fenerbahçe futbol takımının da bir sponsor anlaşması imzaladığını düşünelim. İsminin önüne veya arkasına o sponsorun ismi geldiğini, siz Fenerium'dan o formayı alır mıydınız? Eğer Şampiyonlar Ligi kupasını alacaksak alırım diyenler, zaman değişti günümüzde sponsor anlaşması olmadan büyüyemezsiniz diyenler olabilir ama hala o özdeşleşme ile ben o formayı almazdım diyenlerde olacaktır. Sonuçta geçmişten gelen bir kimlik vardır. Öbür taraftan ürün satışlarında ki, kombine veya diğer gelirlerde ki bu tür düşünenlerden dolayı kaynaklanan düşüş sponsor tarafından da karşılanabilir.

Ancak şu bir gerçektir ki kulübün artık kendi kaynaklarının bir kısmının nedeni olan romantizm ve amatör ruh kaybedilmiştir. Yani gelir olarak kısa vadede kayıp yok, kazanç çoktur ama uzun vadede ise daha önce romantizmden kazanılan gelire göre daha çabuk büyümüş sağlıksız bir kaynak görünümü vardır. İşler kötüye gitmediği sürece her şey yolunda olacaktır ama işler kötüye gittiğinde tribünde yıkım eskisinden çok daha büyük olacaktır. Üstelik romantiklerin de kalbi kırıktır.

Fenerbahçe adının başka bir isimle veya ekle anılması geçmişten gelen alt kültürünün oluşturduğu kimliğe uygun değildir. Fenerbahçe sevdalıların bir çoğu bu tür bir sponsor anlaşmasına sıcak bakmaz. Sanki yüreklerinin derinliklerinde ki bir yerlerde çok ince bir şeyler kopmuştur. Bunu kabullenmek, rakip takım seyircisi tarafından sürekli "Fenerliler neden bu kadar fanatik oluyor" diye sorulan Fenerbahçeli için, o kadar zordur ki ancak yine Fenerbahçeliler anlayabilir. Bu güne kadar tek başınalığı ve yalnızlığı ile herkese ve her şeye rağmen ayakta durabildiği için büyüklüğünün adı konulamayan Fenerbahçe ile kendini özdeşleştirmiş ve "Neden Fenerbahçelisiniz?" sorusuna verdikleri cevaplar bile insanları şaşırtan romantik taraftarının çokluğu böyle bir sponsor anlaşmasına alışmayı zorlaştırmaktadır.

Olayın diğer yandan bakış açısı ise sponsor anlaşması olmasa da Chelsea'dir. Rusya'dan gelip Roman Abramovich İngiliz Chelsea'yi aldığı zaman bütün taraftarlar isyan etmişti. Yapılan transferlerle Chelsea'ye gelen dünyanın en ünlü oyuncuları ilk önce taraftarı sakinleştirdi ve elli yıl sonra gelen şampiyonlukla bu isyan bir an da desteğe döndü. Kim bilir aynı durum Fenerbahçe taraftarında da yaşanacaktır. Bir bakmışsınız bizden çok daha muhafazakâr olan İngilizler gibi biz de bu değişime alışmışız. Yine de aklım doğru diyor olsa da yüreğim yanlış der. Çünkü romantikler için Fenerbahçe Ülker değildir sadece Fenerbahçe'dir."

Topiğe Ulaşmak için tıklayın

Cuma, Temmuz 14, 2006

Bu bayrak inmez, Bu sevda bitmez


Evvelki gün altı yaşındaki küçük kızımın doğum günüydü. Yaklaşık bir aydır onlardan uzaktayım. Hem telefonla olsa bile doğum gününü kutlayım istedim. Hem de doğum günü hediyesi özel bir şey istiyorsa onu alayım dedim. Anne ve baba olanlar bilirler çocukların doğum gününde hediye almak çok zordur. Çoğu zaman beklentileri hayalleri vardır. Ayakkabı elbise gibi öyle ihtiyacı olan bir şeyde değildir çoğu zamanda… Çünkü çocuklar bunları hediye değil anne babanın alması gereken görev olarak görürler. Eğer onların istedikleri şeyden farklı bir şey alırsanız tuhaflaşırlar. Neyse sözü uzatmayayım biz başladık konuşmaya…

— Kızım sana doğum günü hediyesi ne alayım? Ne istersin?
— Kocaman Fenerbahçe Bayrağı istiyom.
— Var ya kızım bir sürü bayrak ev de…
Biraz utangaç biraz da çocuklara has o yuvarlamasıyla
— Babaaaa… O bayraklar benim değil ki…
— Kimin kızım…
— Ablamla senin… Benim hiç bayrağım yok ki…
Anlaşıldı alacağız bayrağı da biz de biraz naz yapar gibi konuşalım istedim. Amacımız belli konuşturacağız bizim ufaklığı… Bu arada hem sesini duyacağız. Hem de özlem gidereceğiz.
— Ne fark eder kızım sonuçta hepsi senin… Fenerbahçe Bayrağının benini mi, senini mi olurmuş… İstediğini al salla işte…
— Ya baba yaaaa. Sen beni dinlemiyon mu? Kocaman istiyom kocaman…
— Ne yapacaksın sen kocaman bayrağı kızım.
— Haftaya ne var baba.
Ben hemen gülümseyerek…
— Ben geliyorum.
— Tamam da… Sen değil baba…
İçimden geçirdim. “Allah Allah ne var ki haftaya…”
— Başka ne var kızım
— Bayram var ya baba ya…
— Ne bayramı?
— Offf be baba ya… Her şeyi unutuyorsun… Fenerbahçe Bayramı…
Eyvah çok kötü yakalandık diye geçirdim içimden…
— Unutmadım ki kızım… Ama sen o kocaman bayrağı alıp da bayramda sallayamazsın ki…
—Hihihihi… Sallamayacam ki…
— Peki ne yapacaksın kızım?
— Asacam… Ablam söyledi. Fenerbahçe Bayramında bütün Fenerbahçeliler bayraklarını asacakmış. Ben de Fenerbahçeliyim ama benim bayrağım yok. Bana bayrak al. Bende bayrağımı asacağım.
— Peki kızım…


İçimden de geçiriyorum tabi “Ulan bu armut denen şey bir kere de uzağa düşsün be, bir kere de uzağa düşsün”

Bir yerden de kahrediyorum, utanıyorum tabi… Altı yaşındaki çocuk Fenerbahçeli olduğu için 19.07 günü bayrak asmaktan bahsediyor. Ben nelerle uğraşıyorum… Keşke onun kadar saf ve masumane inanabilseydim herkesin o gün, bütün Fenerbahçelilerin bayrağını asacağına ama şunu da biliyorum artık…

Bu sene ne bu bayrak iner ne de bu sevda biter.
Ali KUTAY

Perşembe, Temmuz 13, 2006

Teoride Paranoyaklığın Sınırı Yok


Ortalık her şeyden nem kapma teorileri ile dolup taşıyor. Onca ittifaktan ve çalınan şampiyonluktan sonra o hale geldik ki öküzün altında deve arar olduk. Öyle ya paranoyaklığın sınırı yok. Affınıza sığınarak bende birkaç tane üreteyim istedim.

Teori 1: Daum ile futbolcuların arası bozuktu. Daum gitsin diye futbolcular Denizli’yi yenmediler ve şampiyonluk gitti.

Teori 2: Aziz Başkan Daum’u göndermek istiyordu ama bir taraftan da sözleşmesi vardı. Şampiyonluk ve kupa gidince istifa etti ve Daum’u üzüntülü acılı taraftarla karşı karşıya bıraktı. Daum gidince tekrar Başkanlığa döndü.

Teori 3: Fenerbahçe’nin başına Scolari gelirse bazıları bu transferden komisyon alacaktı. Zico gelince bu komisyon işi yattı o yüzden şimdi Zico hakkında bu kadar güvensizlik ve eleştiri pompalanıyor.

Teori 4: Fikstür çok önceden belli ve Fenerbahçe’nin aleyhineydi. Yine de kimseyi uyandırmamak ispat edilememesi için usulen kura çekildi.

Teori 5: Geçen sene başında Türkiye Ligini kalitesizleştirecek kadar, hatta Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırması gerekir denilen ya da hocası olsa da olmasa da başarılı sonuçlar alacak kadar kadrosu kaliteli ve iyi olan Fenerbahçe’nin nedense sadece bir hücum oyuncusu gitmesine rağmen defansı kötü, orta sahası kötü ama forvette bir sorunu yok. Yanlış teşhis bu kadroyu öldürür nasıl olsa Fenerbahçeli değilsen bile ver pompayı yıldız oyuncu isterik. Nedeni gelecek oyuncunun menajerinden alınacak komisyon neden olmasın? Hani şu sıralarda gündem olan borsa da yaşananlar gibi…

Teori 6: Yıl 2002 Türkiye Liginde şaibeli kafa karıştıran bir sürü şey ve bu takımda oynayan futbolcular Dünya Kupasında üçüncü oluyor, Yıl 2006 İtalya’da şike soruşturması ve bu takımda oynayan futbolcular Dünya Kupasında final oynuyorlar. Yani ülkende şaibeye bulaşırsan Dünya Kupasında başarılı oluyorsun.

Teori 7: Haziranda gidecek denilenler gitmedi. Ya kapalı kapılar ardında bazı sözler verildi ya da bugüne kadar söylenenlerin hepsi iftiraydı. Ya biz kandırıldık ya da bazıları hala kandırılıyorlar veya en kötüsü ortada çok büyük bir menfaat var.

Teori 8: Bizim gibilere taraftar forumlarında bu satırları parayla zorla yazdırıyorlar. Sırf eksikliklerin aksaklıkların önünü kapayalım gerçekleri örtelim diye…

Yani teori üretmeye kalktığınızda paranoyaklığın sınırı yok. Asıl yapmamız gereken şey ise bizim pratiğimizi geliştirmemiz. 19 Temmuz’da ne yapıyorsunuz? Feneriumdan kime ne hediye vereceksiniz? Kombinenizi cebinize koydunuz mu? Beyaz Pele’yi ne diye çağıracağız? ZİCO ZİC… ZİCO ZİC… ZİCO ZİC… Diye çağırsak ayıp olur mu?

Sahi biz Fenerbahçe sevdasında nerede kalmıştık? Yoksa bu bizim uzun yürüyüşümüz dediğimiz yolun sadece en güzel yüz metresi miydi? En önde ve en hızlı koştuğumuz.

Sahi biz nerede kalmıştık?

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Artık düşünmüyorum.

Söylenememiş sözler kalmasın dilimizde. Daha o sahaya çıkmadan inananlar-inanmayanlar türküleri arasına sıkışıp kalmışız. Sorular üşüşüp duruyor beynime kime inanmıyorsun sevdana mı? Kavganın öteki tarafına mı? Ya neye inanıyorsun sevdana mı? İnsan inanmadığı bir şeye nasıl sevdalanır ki? Ne ötesi var kavramların ne de berisi.

Kapa gözlerini bir nefes al ve düşün diyorum.

O sahaya çıkmadan önceki heyecanımızı düşün. Tribünlerde ki o sarı lacivert kokumuzu düşün. Sarı laciverde bürünmüş çocuklarımızı düşün. Şarkılarımızı türkülerimizi omuz omuza halaylarımızı düşün. Hani, hadi be… Hadi be gol gol deyişlerimizi ve atılan bir gol sonrası akan sevinç gözyaşlarımızı… Kaybedilen kupadan sonra yüreğimizdeki acıyı düşün ya giden şampiyonluğumuza yıkılışımızı o an dünyanın sonunu görüşümüzü düşün.

Fenerbahçeliyim dememizin gururunu düşün. Dilenenlerden değil direnenlerden olmamızın bize verdiği doyumsuz onuru düşün. Hiçbir kulübe yaltaklanmadan yalnızlığımızda ki büyüklüğümüzü düşün. Tek başına bütün dünyaya meydan okuyuşunla, dimdik kafa tutuşunla, o asil duruşunla düşün.

Onunla yaşadığın sadece şenlikleri değil acıları da düşün. Hiçbir zaman anlamamışımdır bir şeyi olduğu gibi kabul edemezsen nasıl sevdalanırsın, nasıl bağlanırsın. Gözü karartmadıktan sonra ne kadar büyük olur ki sevda… Sadece güzellikleri paylaştıktan sonra sevginin ne anlamı var ki onunla acıları ortak yaşamadıkça…

Nasıl anlatırsam anlatayım, biliyorum ki birçokları tarafından anlaşılsam da anlaşılmazlıktan gelineceğim. Çok da önemli değil aslında anlaşılmak veya anlaşılmamak çünkü her şey yavan her şey boş her şey tarifsiz “Fenerbahçe” denilen kelimenin yanında… İçinde geçtiği her cümle yüklemsiz tümce. Her sıfat sönük, her isim anlamsız.

Bir de içinizde büyüttüğünüz duyguları düşünün. İçinizde kopan fırtınaları, ona söylemek istediklerinizi ama söyleyemediklerinizi. Ona yapılan haksızlıklara büyüttüğünüz öfkenizi düşünün. Yüreğinizde kabaran isyanı düşünün. Üstünüze yıkılan karabasanları düşünün. Çocuklarınızın ve sizin hayallerinizi çalanlara duyduğunuz nefreti düşünün.

Söz veriyorum. Bu sene son dakikaya kadar Fenerbahçe’nin yanında olacağım. Bu yolda düşenlere bakmayacağım. Sevdasına kavgalıları okumayacağım. Kavgasına sevdalılarla olacağım. Küsmeyeceğim. Darılmayacağım. Gücenmeyeceğim.

Yüreğimde sevdan öyle cayır cayır bir yangın ki sene sonunda küme düşsen de kapına kilit vurulsa da bana kaç yazar be… Ben seni adam gibi sevmişim.

Şimdi “Sen aşk şiiri yazamazsın Hasan Hüseyin” diyen şair gibi “Biz de Fenerbahçe sevdasından başka bir şey yazamamışız.” Çünkü artık çok ama çok özlemişiz sevdiğimizi üstelik iyisiyle, kötüsüyle delikanlı gibi...

Bir bildirinin slogan olan son cümlesine benzemiş sözümüz “Bu sene ya bizimle Fenerbahçe’ye sadece desteksin ya da biz sensiz, Fenerbahçe gibi tek başına…”

Pazar, Temmuz 09, 2006

Bize Fenerbahçe yeter

Çok oldu o günleri unutalı… Gün ortasında yatırırdık gözlerimizi derinlere belki bu sene yüzümüz güler diye… Sezon açılışlarımız feryat figan kıyamet günlerimizdi. Devasa sarı lacivert bayraklar gölgemiz olurdu. Yaz güneşi kızartırdı vücudumuzun açıkta kalan yerlerini amele yanıklarımızın maratondu nedeni… Sonra dört gözle TSYD kupasını beklerdik okullar açılmaya yakın zamanda gelirdi. Ve Paşalı pankartlarını astırırdı teker teker… Fenerbahçe sevdasını anlatan pankartlar ve birden kalkardık ayağa yumruklarımızı sallayarak eşlik ederdik sevdasına haykırırdık “Fenerbahçe’m benim biricik sevgilim, söyle senden başka kimim var benim”

O yıllarda çoğu zaman kötü bir sezon olurdu. Yaz geçer sonbahar gelir, göçmen kuşlar gider. Sonra kış olur, bahar gelir, göçmen kuşlar yeniden gelirdi. Ama biz asla terk etmezdik tribünlerimizi. Kimseye ihtiyacımız yoktu onu sevmek için onunda aslında bize ihtiyacı yoktu ama biz severdik delicesine. Sevdiğimiz kızlara çoğu zaman bir satır şiir karalamazken ona sayfalar dolusu besteler yapardık. Biz böyle büyüttük içimizdeki sevdayı yüreğimizin acılarındaki toprakta gözyaşlarımızla sulayarak… En ağır yenilgilerde göçmen kuş gibi bırakıp da gidenlere dudaklarımızdan birkaç kelime dökülürdü. Tek başımıza kalsak da “Bize Fenerbahçe yeter” diye…

Bazen iyi bir sezon geçerdi. Cıvıl cıvıl olurdu ortalık bayram alanı şenlik yeri… Kimi ararsanız oradaydı. Herkes Fenerbahçeli olurdu herkes sarı lacivert. Alkışlar, şarkılar, kutlamalar. Herkes bir parça sahiplenirdi başarıyı, ucundan bir parça kendisine koparırdı. Kahramanlarla dolu olurdu ortalık ve bizler gülümserdik yaşananlara susardık. Göçmen kuş gibi geri dönenlere dudaklarımızda yine aynı kelimeler “Bize Fenerbahçe yeter”. Ama biz pek durmazdık meydanlarda öyle zamanlarda duramazdık çünkü sevinçlerini ve ne kadar çok Fenerbahçeli olduklarını göstermek isteyenlerden bize yer kalmazdı.

Bazen slogan olurdu sevdamız çığlık çığlığa çıkardı “Kavgamsın, sevdamsın, davamsın, yalnızlığımsın, kimsesizliğimsin, öfkemsim, sevgimsin Fenerbahçe, sen benim yüreğimsin “… Bazen de oturur usulca sadece dertleşirdik. “Olmadı be ağabey olmadı” ile başlayan derin sohbetlerle. Hep bilirdik. Bizim gibilerin başkana, hocaya, futbolcuya kızıp da Fenerbahçe’ye küsmek gibi bir lüksünün olmadığını…

Şimdi galiba zaman yine o zaman… Göçmen kuşlara el sallayıp ve tribünler bizimdir diyerek saf tutma zamanı. Tek başımıza kalsak da “Bize Fenerbahçe yeter” deyip sevdamıza sarılma zamanı. Yüreğimizi çıkarıp da sahanın en orta yerine “İnadına Fenerbahçe” diye fırlatma zamanı ve kaldırıp da yumruğunu havaya haykırma zamanı, “Fenerbahçe’m benim biricik sevgilim, söyle senden başka kimim var benim”…

Viva Zico! Gerisi lafı güzaf...


Fenerbahçe’nin hocası Zico olmuş. Herkeste bir merak, bir karamsarlık, bir acaba sorusu… Yok, kariyerinden dem vuranlar. Yok, bizi bugünden daha ileriye götüremez diyenler. İşin ilginç yanı bunları söyleyenlerin bir çoğunun yapanların zamanında “Kim gelse Daum’dan iyidir veya Daum yetersizdir diyenlerin” olması… Siz yeni hoca geldiğinde de beğenmeyeceksiniz “Biz Daum gitsin dedik ama bunu da istemedik diyeceksiniz” dediğimiz içinde bizi önyargı falcılıkla suçlayanların olması. Neyse zaman yine bizi haklı çıkarsa da konumuz o değil

Zaten deprem cumhuriyetlerinin klasik özelliği ilk önce depremin kafalarda ve tribünde yaşanması… Başladık işte kafaları bulandırmaya, hallaç pamuğu gibi dağıtmaya, karıştırmaya… Öyle ya kim uğraşacak şimdi, tutacaksın 2002 Dünya Kupasında ki Japonya’nın maçlarını seyredeceksin, sonra Zico Japonya milli takımının başına geldikten sonra Asya Kupasını kazandıkları maçlarını, Dünya Kupası eleme grubu maçlarını sonra 2006 Dünya Kupası maçlarını seyredeceksin. Oynayan oyunculara bakacaksın, Zico hangi tip oyunculara ağırlık veriyor. Oyun sisteminde ne gibi değişikler yapıyor. Takımda sürekli oynattığı oyuncuların karakteristikleri neler? Hangi durumda ve dakika da oyuncu değiştiriyor? Oyuna nasıl müdahale etmiş? Aman be ya kim yapacak şimdi bunları hem nereden bulacaksın o kadar maçın görüntülerini değil mi ya? Nasıl olsa AmigDala veya löwekursleiter gibi bazı uçuk tipler var ya hani antuda nasıl olsa onlar yapar bu işleri yapar işte birileri eh o bilgilerde derlenir toparlanır işte… Hani Sevgili dostlarıma böyle deyince de şu forumda inandıkları uğruna verdikleri mücadele aklımıza bir türküyü getiriyor “Teslim olmayalım Halil’im, Aman kurşun saçalım”… Ya da yaz gitsin “Yüzüncü yılda fiyasko, beklentilerimiz karşılanmadı” falan filan işte…

Ayıp olmasın Zico hakkında birkaç kelime dökeyim bari diyeceksen en iyisi arama motorlarına girmek işte Zico yazıp biraz bilgi toplamak. Hadi rastgele diyorsun basıyorsun tuşlara… Amaninnnn! O ne... Google’da çıkan rakam 3,910,000 sayfa, şimdi kim okuyacak bunca sayfayı hem çoğu Japonca falan bir de dil lazım yani… Yaz gitsin” Zico Fenerbahçeli’nin beklediği hoca değildi.” Yaz gitsin “Biz kariyersiz hoca istemiyoruz.” Böylesi daha kolay daha değerli çünkü…

Şimdi kim uğraşacak Fenerbahçe’nin son 15 yıldır Alman-Brezilya ekolü birleşik 4-4-2 oynamak için uğraştığını gelen giden hocaların bu konuda neler yaptığını incelemekle… Kim uğraşacak Zico’nun Japonya’yı 3-5-2 den alıp 4-4-2 sistemine geçirdiğini ve bunu yaparken de Scolari veya Parreria’nın Brezilya’ları gibi defansif, dünyanın en büyük yıldızları ile ve oynattıkları çirkin futbolla değil, gerçekten göze hoş gelen ve çoğu yıldız olmayan futbolcuyla ve de genç oyuncularla hücuma dayalı bir sistemde oynattığını araştırmakla…

Taraftar olarak eski futbolcu artığı yorumları o kadar kanıksadık ki artık bizde onlar gibi olduk fosilleştik, dinozorlaştık… Her ne kadar ben demiştim demesini çok sevsem de futbolu çok iyi bildiğimi iddia etme gibi bir lüksüm yok tabi ki… Köşelerinde millet türlü takımlara taraf olup eleştiri veya methiyeler düzerken ben Sevgili dostum Gamze Hocama ikinci turdan itibaren hangi takım sonuç ne olursa olsun her maç ertesi finali İtalya-Fransa oynar demişim… Şimdi benim için ne kadar geçerli Dünya Kupası ile ilgili dinlediğim okuduğum onca yorum. Sonuç değişmemiş ki şimdi hepsi boş laf kalmış işte… Zico ile ilgili yapılan bir çok yorumda işte şimdi böyle kafa karıştırmaktan öte bişi değil...

Görünen köye kılavuz istemez futbolda. Üstelik futbolda sürprizi yapan hoca da değildir. Hakemdir, oyuncudur, taraftardır. 1982 yılında futbola 4-4-2 nin sürgüsünü hediye eden İtalyanlar şimdi 2006’da 4-4-2 nin kendi sahasında pres yapmadan alan daraltmayla ve bir sustalı şeklinde defanstan ileri çıkardıkları oyuncularla sonuca gitmeleri bana göre bu yeni sistemleriyle kupayı kaldıracaklarının en büyük işareti…

Nerede kalmıştık. Scolari, Parreira falan diyorduk değil mi? Madem Fenerbahçe’min hocası şimdi Viva Zico! Arkadaş… Çünkü diğerleri şimdi benim pabuçlarımın hocası…